Sayfalar

22 Aralık 2012 Cumartesi

Olan biteni, gündemi tekrar takip etmeye başladım şu sıralar. İlgisizliğimin ne kadar süreceğini merak ediyordum; bu kadarmış. Gerçi yine eskisi kadar da değilim, en azından şimdilik.

Yaşanan çok kötü olayların yıl dönümleri yaklaşıyor, Roboski gibi, Hrant'ın katli gibi. İçinden geçtiğimiz günlerde de Maraş olaylarının, Hayata Dönüş (!) operasyonunun dönümlerini yaşıyoruz. Bir sürü boktan şey olageldi bu ülkede. Nereye elini atsan katliam, haksızlık, cinayet, yerinden etme, haksız tutsak etme, adil yargılaMAma çıkıyor.

Bazen çok yılıyorum bütün bunlardan. Galiba bir süre uzaklaşma durumum da bundandı. Çoğunlukla da (son birkaç ay haricinde), tam da bu kadar pislik olup bittiği için, elimden geldiğince mücadelelerin içinde yer almak istiyorum. Meydanı boş bulsunlar istemiyorum; benim gibi düşünen insanlar bir kişi eksik kalsın istemiyorum.

Kendi içimi daha iyi görebiliyorken bunu kaybetmek de istemiyorum, öte yandan. Bu meselelerle o kadar dolup taşıyordu ki kafam, aktif olarak işe yarar çok şey yapmasam bile beni bloke ediyordu. Dengeyi kurmak lazım işte. Önemli bu; unutmamalı!

21 Aralık 2012 Cuma

"paylaşma, kendini deşifre etme" gibi şeyler

-Ön not: Aslında "Paylaşasım geldi"de bitmişti yazı; sonra bi baktım devam ediyo.-

Buradaki yazıları genelde büyük bir heyecanla yazıyorum, çünkü içimden taşan şeyler oluyor. Yazarken de, -en azından bazen- çok şahane yazıyormuşum gibi geliyor. (Gülücük) Birkaç hafta sonra okuduğumda ise -elbette ki- hiç de şahane olmadığını fark ediyorum. Hatta saçma falan buluyorum bazen, ya da saçma olmasa da gereksiz... Gereksiz yere kendimi anlattığımı fark ediyorum, gereksiz detaylar falan... Paylaşasım geldi.
--------
Bir de, özellikle ilk paylaştığım gün ve sonrakinde, kaç kişi tıklamış, kaç kişi okumuş diye takip ediyorum heyecanla. Bir yandan da facebook'ta paylaştıysam kaç kişi "beğen"miş falan. Ne olacak bu onaylanma ihtiyacı, ne gereksiz... Hele ki sosyal medya üstünden olan hali. Sırf bunu aşmak için facebook hesabımı dondurmayı, blogu da kapatmayı düşündüm bir ara ama yapmadım, şimdilik.

"Sırf bunu" dedim de, sırf bu da değil. Yani sadece onaylanma değil, burada (sosyal medyada) var olma hali, her şeyini paylaşma ihtiyacı ve bu ihtiyacın artması. Daha da beteri, paylaşmadığın şeyin yaşanmamış gibi olması. Ve daha daha beterini (abartıyor muyum ki?) paylaşıcam şimdi, biraz kendimden utanarak. Mesela Alanya'ya geldim geleli (30 Kasım'dan beri) bi' denize gireyim istiyorum. Özellikle ilk günler hava daha ılıktı, denizler zaten henüz çok soğumadı. Neyse... Gidemedim gidememesine de; aklımdan şu tip düşüncelerin geçiyor olması çok hastalıklı değil mi? "Denize gidicem de, bunu paylaşmak lazım, nasıl fotoğraf çekicem? Sahil de bomboş, kimseden rica da edemem fotoğrafımı çekmesini. Sahilden denizin fotoğrafını çeksem en azından. Ama o da yetmez ki; denizdeyken çekilmek lazım, Aralık'ta denize giriyoruz şurada." gibi gibi şeyler işte...

Yetmiyor artık, bi'şeyi yapıyor olmak. Gösteremediğimiz, paylaşamadığımız şeyleri yaşamamışız gibi geliyor hatta; ve hatta belgeleyemeyeceğimiz şeyi yapasımız kaçabiliyor falan. Tuhaf yahu. İşin doğallığı da kaçtı sanki iyice. Ne biliyim...

-Bu arada, an itibariyle bu yazıyı paylaşacağımdan emin değilim ama paylaşırsam bu cümleyi de silmeyeceğim. Nedense bu tereddüdümü de aktarasım var çünkü.-

Ben yine kendi durumumu iyi görüyorum gerçi, çevremdeki birçok insanın, yukarıda paylaştıklarımı misliyle hissettiklerini görüyorum. Ve bunları -en azından henüz- sürekli olarak hissetmiyorum; sadece zaman zaman artıp azalıyor. Ama henüz tam olarak bağımlı saymıyorum kendimi, istesem şu dakika kapatırım hepsini. Cidden. Valla! (Gülücük)

Yukarıdaki deniz meselesi sadece örnek. Ne bileyim, arada çıkıyorum sahilde koşuyorum mesela, paylaşma ihtiyacı duyuyorum, her seferinde olmasa da bazen. Yahu koştun alt tarafı, niye paylaşasın? Bu, insanları neden ilgilendirsin?

Çaktırmadan bunu da paylaşmış oldum ve rahatladım, ayrı. (Gülücük)

Daha bir sürü şey geliyor aklıma da toparlayamıyorum. Ama ana fikri verebildim sanki biraz olsun. Üstünde düşünülesi bi konu bence. Hep "Cep telefonları yokken ne yapıyorduk?", "Televizyon yokken ne yapıyorduk" gibi cümleler kurulur ya, şimdi de "Sosyal medya yokken ne yapıyorduk? Paylaşma ihtiyacını nasıl karşılıyorduk?" diye sorma zamanı galiba. Şimdi Filiz söyledi bunu; ondan şey ettim.

"Siyah Koku"

Çok akıl almaz bir kitap okudum, çok başkaydı...

Kitap yorum yazısı yazabilecek biri değilim bence, zaten bu bi kitap yorum yazısı da değil ama "Bu kitabı okuyun" diye bi çağrı belki. Herkese...

Kitabın adı "Siyah Koku", yazarı Gülayşe Koçak, Yapı Kredi Yayınları'ndan basılmış, 1.baskısı Şubat 2012.

Aslında kitaptan nasıl haberdar olduğum konusu da ilginç, paylaşasım var: Bahar diye bir arkadaşım var, İstanbul 2010'da beraber gönüllü idik. Yaklaşık 2 yıl görüşmedikten ve karşılaşmadıktan sonra bi konferansta karşılaştık, bu yılın Mayıs'ı, Haziran'ı falan. Biraz sohbet ettik falan, sonra bi anda bana bu kitaptan bahsetti, ne kadar etkilendiğinden falan. Yazarın adını sanını duymamışım, kitabı da ilk kez duyuyorum. Ama bahar o kadar coşkulu ki, not ettim defterime. Bi yandan da hep dertlendiğim bi konudur, okunacak ne çok kitap olduğu, bunlara yetişmenin imkansızlığı falan. Yani kaç yıl sonra gördüğüm bi arkadaşın tavsiyesini yerine getirmemek için binlerce, milyonlarca nedenim de vardı ve muhtemelen getirmezdim de. Ama getirdim! Zira Bahar bana coşkuyla kitaptan bahsettikten kısa bir süre sonra (belki 1 saat, belki öğleden sonraki oturum falan) bir de baktık ki, Gülayşe Koçak tam da arkamızda oturuyor ve biz onunla sohbet ediyoruz. Nasıl fark ettik, ne oldu hiç hatırlamıyorum ama oldu. Hani öyle evren mesaj gönderir, bilmem ne olur, çok inanmam ama gönderdi yahu! Resmen gönderdi.

Yine de defterimde bikaç ay yazılı kalmış kitabın adı, karıştırırken rastgele gördüm aylar sonra. Tam da birkaç kitap siparişi verecektim bir siteden, bunu da ekleyiverdim. Yok kitap gecikti, yok kitaplar geldiğinde ben yollardaydım derken nihayet son 3 günüm bu kitapla geçti. Ama ne geçmek...

Arka kapakta diyor ki; "Gülayşe Koçak'ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da..."

Bunlar var ama bunlardan çok daha fazlası var kitapta. Dünya farklılaşmış, iyice "plastikleşmiş", her şey yapay, her şey sahte; yiyecekler, içecekler, davranışlar, gülümsemeler, her şey! Su bile... "Eee bugün de öyle değil mi?" demeyin, çok daha kötü, bin beter. Bu plastik dünyada, tam da yukarıda yazan tarz bir aşk ilişkisini anlatıyor. Ama arka planda şu anda temelini attığımız çevre sorunları var, azınlıklara olan yaklaşımlar ve azınlıklar açısından bakış var; sonra doğa katliamları da var, yaşlılığa olan bakış da, sevgiye ve -özellikle- anne sevgisine bambaşka yaklaşımlar da... Dahası da var hatta ama bu kadar çok şeye değinen bir romanda bunların hiçbiri sakil, alakasız falan da durmuyor. O kadar ustaca yerleştirilmiş ki...

Anlatması çok zor ve beceremediğimin farkındayım ama okuyun bence. Okuyun ve üstüne konuşalım mesela...

Ben en az 1 kere daha okuyacağım yakın gelecekte, zira sindirmek için en az 2 kere okunası...

9 Aralık 2012 Pazar

İçimdeki Emre'ler

Kafam yine çok karışık. Yine bir sürü uçuşan şey, yine yapmak istediğim çok fazla şey, yine benden sadece 1 tane olduğu ve istediğim her şeyi yapamayacağım ve bütün bunlara yetişemeyeceğim gerçeği.

İçimde bir Emre var, ki sadece son birkaç aydır ortaya çıkmış durumda olmakla birlikte bu aralar çok baskın. Diyor ki, "Takıl abi, keyfine bak, içinden ne geliyorsa onu yap. Kendi doğrularınla yaşa, Gandhi'yi dinle ve görmek istediğin değişimin kendisi ol. Olabildiğin kadar. Çok da büyük düşünmeden, o büyük düşüncelerin ve hedeflerin içinde kaybolmadan". Bu Emre, 5 ay öncesinin Emre'sinden çok farklı; haber izlemiyor, gazete okumuyor, gündemi çok çok az, ucundan kıyısından takip ediyor. Tüm sorumluluklarından sıyrıldı ve yollara attı kendini. Kah Likya yolunda yürüyor, kah eko çiftliklerde gönüllü olarak çalışıyor, kah bir festivalde İngilizce sunuculuk yapıyor, kah annesinin evinde tembellik... Bütün bunları ve çok daha fazlasını tamamen plansızca gerçekleştiriyor. İçinden geldiğince, neredeyse %100 özgürce.

Böyle miydi... 5 ay öncesinin Emre'si mutlaka her gün gazete okuyan, ayrıca haber izleyen, yetinmeyip tartışma programlarını takip eden, son zamanlarda bir de twitter üzerinden olan biteni dakika dakika takip eden, sıkça yürüyüşlere, mitinglere katılan, bir STÖ'de çalışmanın yanı sıra diğer birkaçında da gönüllü olan/olmaya çalışan, aktivist denebilecek bir adamdı. Hedefi dünyayı kurtarmaktı. Yani bunun o kadar kolay -ve muhtemelen mümkün- olmadığının farkındaydı da en azından kendini buna vakfetmişti. En azından kafaca...

Başka Emre'ler de var aslında ama özellikle bu ikisi çok çatışıyor. Son zamanlarda ortaya çıkan ve şu anda galip görünen Emre'yi 5 ay öncesinin Emre'si bayağı sıkıştırıyor zaman zaman. Ciddi kavga halindeler, içten içe. Uzayıp gitmiyor kavgalar; şimdinin Emre'si akışa bayağı inanıyor çünkü ve susturuyor diğerini. "Dur dostum!" diyor, "sakin ol, yavaş... Şu anda hayatından memnunsun, keyfini çıkarıyorsun, hiçbir şeyi zorla yapmıyorsun, kendini daha fazla keşfediyorsun, böylece dünyayı da daha fazla keşfediyorsun, bozma bunu." Diğer Emre kabulleniyor durumu; en azından şimdilik öteliyor dünyayı kurtarma isteğini; "Zaten kendimi keşfetmeden dünyayı kurtaramam." düşüncesine yaklaşmış durumda. Bir yandan da içi gidiyor ama, olan bitene az da olsa kulak kabartıyor çünkü. Ülkenin doğusunda bir savaş devam etmekte, devlet ısrarla vuruyor, diğer taraf da öyle. Hala yapıyorlar bunu; sonuç alamayacaklarını bilseler de durmuyorlar. Devlet silahla vurmakla da kalmıyor, şimdi de dokunulmazlıklara göz dikti. Fezlekeler kapıda! Neyse yarım yamalak takibimle siyaset yazmak istemiyorum ama durum kabaca bu. Komşuda gidişat fena. Gelen mülteciler, zor koşulları... Gelemeyenler, her gün ölen onlarcası, yüzlercesi... Pınar Selek defalarca beraat ettiği davadan bu kez suçlu bulunuyor, bu apayrı ve korkunç bir hikaye, ibretlik. Ombudsmanlık geliyor Türkiye'ye ve ilk ombudsmanımız Hrant'ın ölümüne giden yoldaki taşlardan birini döşeyen karara imza atan bir adam mesela. Bu arada Taksim'in içine ediliyor, yetmiyor, Beyoğlu'nun simgelerinden biri olan İnci Pastanesi boşaltılıyor...

İşte bütün bunlar olup biterken bir kenarda kendi keyfine bakmayı da yediremiyor eski Emre, ama dedim ya diğeri daha baskın şu sıralar. e-imza kampanyalarına katılmaktan fazlasını yapamıyor şimdilik, dünyayı kurtarmaya ilişkin. En azından diğer kurtaranlara bu şekilde destek vermek istiyor. Bu e-imza kampanyaları, clicktivism-slacktivism gibi isimler alan konular apayrı bir tartışma konusu bu arada ya... Bu arada kendi yaşamında gördüğü en olumlu politik oluşumu (Yeşiller-EDP birleşmesi ve ortaya çıkan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi) takip etmeye çalışıyor ama içinde yer alacak gücü yok şimdilik. Çok olumlu işler yapsalar da, çok güzel bir örgütlenme stratejisi deniyor olsalar da, halktan istenen ilgiyi göreceklerine dair de ciddi bir karamsarlık içinde, maalesef. Umarım yanılır.

Bu 2 Emre'nin yanı sıra (tamamen dışında da değil) diğer konularda da kararsızlık yaşayan, daha doğrusu her şeyi yapmak isteyen maymun iştahlı biri var karşımızda. Hem sürekli seyahat etmeyi, hem de ev hayatını seviyor bu adam; bir yandan tekrar gitar çalmaya başladı ufaktan, bir yandan bir vurmalı çalgıya ciddi olarak eğilmediği için üzülüyor, zira belki de hayattaki en büyük yeteneği "ritm". Bir yandan oyun konusuna kafa yormak ve geleneksel olan/olmayan birçok oyun öğrenmek, bunları araştırmak istiyor, öte yandan hala hiç kayak yapmamış olduğuna şaşırıyor. E zaten dünyayı kurtarmakla kendini özgürleştirmeyi birleştirememiş, arada kalmış ve seçim yapmak zorunda hissediyor. Dünyayı kurtaracak STK işleri büyük şehirlerde fakat bir süredir şehre uzak hissediyor. Ekolojik yaşama, eko-köy düşüncesine sardı bu aralar; hiçbir şey bilmediği bu konuyla ilgili bir şeyler öğrenmeye başladı. Orta vadede bir eko-köy girişimi için "neden olmasın?" diyerek heyecanlanmaya başladı mesela... Yemek konusunda kendini geliştirmek istiyor bir yandan; çok seviyor çünkü. Hatta sadece ev yemeklerinden oluşan mütevazı bir yer açmayı da düşünür zaten zaman zaman.

Dahası var; uzar gider bu. Ama reyting kaygısıyla kesiyorum burada. Çok da fazla olmayan okuyucuları baymamak lazım. (Gülücük)

Ama bütün bunları bir kişi yapabilir mi ki? Nasıl birleşecek bunlar? Nasıl seçim yapmalı? Seçim yapmalı mı? Akışa bırakmaya devam etmek mi? Eski Emre'yi aktive etmek mi? Gandhi'ye kulak kabartıp, görmek istediğin dünyanın çok küçüğünü yaratmaya çalışarak örnek olmaya çalışmak mı? Bunları birleştirmenin yolunu mu aramak yoksa?

Bilmiyorum...

9 Kasım 2012 Cuma

"gerçeklik" ve diğer bazı şeyler üzerine

ön not: yazı formatında sıkıntı var, düzeltemiyorum )):

epeydir konuşmadığım, görüşmediğim (aslında hiçbir zaman çok fazla konuşmuşluğum, görüşmüşlüğüm yok) bir arkadaşla yazıştık bayağı bi facebook'tan. yine bi'şeyler çıktı sanki, zihnim açıldı gibi ama nasıl sıralayacağımı da bilemedim. 

acaba kopyala-yapıştır mı yapsam...

mesela ne istediğimi, ne aradığımı sorduğunda ne istemediğim üzerinden gittiğimden bahsettim; ne istemediğimi sorunca, düşünmeksizin şunlar döküldü:

"bir şirkette çalışmayı asla
bir stk'da çalışmayı.. ehhh
tüketmeyi..
ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyacım sanmayı
şehir yoğunluğunda ve koşturmasında kaybolmayı
yüksek kiralar vermeyi
egzos solumayı
sürekli koşturma halinde olmayı ve bunu iyi bi'şey sanmayı
kendimi dinlemeMEyi
falan..."


"bişeylerin zorunda olmamak istiyosun yani.." dedi, evet öyle galiba, en azından "gerçek" olmayan şeylerin zorunda olmamak! Zaten ne aradığımla ilgili yazışırken "gerçeklik" kelimesi belirdi zihnimde. Gerçeklikten kastım da doğada karşılığı olması, en azından şu sıralar bu şekilde damıtıyorum düşüncelerimi. Mesela para gerçek değil, bankalar gerçek değil, yapay ilişkiler gerçek değil, plastik gerçek değil. Gülümsemek gerçek, sevgi, paylaşmak gerçek, ot gerçek, tavşan gerçek, güneş gerçek, rüzgar gerçek...

Dün yeni tanışmış olduğum bir arkadaştan alıntı yapmış olduğum cümleyi de şuracığa iliştiresim geldi: "Mutluluğun sırrı "Özgürlüktür" ve özgürlüğün sırrı "Cesarettir"". 

"İstifamı verdim!" diye bir facebook grubu kuruldu geçenlerde, oradaki birkaç kişiyle buluştuk dün. İlham vericiydi. Kravatı çoktan çıkarıp atmış ve epey sıkıntı çekmek pahasına gerçekten istediği alana yönelen ve bir gün başaracağına emin olan da vardı, yine topukluları sevmeyip sosyal bir girişim başlatan da, henüz istifasını veremeyen ama vermek ve daha sakin yerlere yerleşmek için sayılı günü kalan ve şimdiden planlara başlayanlar da... Çok kişi değildik buluşmada ama grupta bayağı bir kişiyiz ve büyüyecek bir oluşum sanki bu. Heyecan verici! 

o kadar çok kişi şikayetçi ki bu hayattan ve kaybolmuşluktan. Boşa geçen hayat hissinden, endüstriyel hayatın dayattığı "gerçek" olmayan sıkıcı rutinlerden. Farkında olmak güzel ama yetmiyor. Dertlenip, şikayetlenip sonra üstünü örtmemek lazım; korkmamak lazım. İşte tüm mesele bu. Yola çıkmak lazım!

facebook'ta yazıştığım arkadaşım dedi ki, "çok özendim sana, imrendim hatta kıskandım". Aslında bu tip cümleleri çok duyuyorum, en popüler ikisi ise şunlar: "En iyisini sen yapıyorsun!", "Hayat sana güzel!" Bi halt ettiğim de yok aslında, sadece gerçek olmayan şeylerden vazgeçmeye çalışıyorum (evet hala çalışıyorum ve epey yolum var daha) ve içimin istediği gibi yaşamayı deniyorum; bu yönde adımlar atmaya çalışıyorum. Eğer en iyisini ben yapıyorsam ve hayat bana güzelse, bunu söyleyen arkadaşlarımın da bunu yapması gerekir gibime geliyor. Yapmıyorlarsa, en iyisini yapmıyor da olabilirim belki. ((: Ama işte sonuçta herkesin kendi yolu... 

sonra da şey dedi arkadaşım (isim vermiyorum özellikle) ((: : aldığım tüm kararlardan geri dönmek üzereyim..klinik masterı yapıyım,toefla hazırlanıyım flan 
:):)

sorgulamak güzel şey, hangi sonuca ulaşırsan ulaş...

7 Ekim 2012 Pazar

Barış! Israrla isteyiniz...

Neyi paylaşamıyoruz, hiç anlayamayacağım... Şu soğukkanlı, takım elbiseli analistleri, "strateji uzmanlarını" da... Savaş diyorlar, öldürmek diyorlar... Yok yok, onun da yeni adı "etkisiz hale getirmek". "Teröristler" söz konusu olunca öyle en azından. İnsan olarak bile görmedikleri için "ölmek", "öldürmek" fiillerini kullanmıyorlar
herhalde.

Esra tetikledi şimdi yazısıyla (http://dikeynefes.blogspot.com/2012/10/bir-yasamn-baskalarnn-olmesi-sayesinde.html); aylardır yıllardır kafamda dönen, söyleyegeldiğim, belki 1-2 kez de yazageldiğim şeyleri bir kez daha dökesim geldi. Suriye'de olanlar, Türkiye'nin de içine çekilmesi (ki rastgele doğduğum bir ülkenin böyle bi'şeyin içinde olması/olmaması) çok da mühim değil. Kimin öldüğü hiç mühim değil. Birileri bok yoluna gidiyor olduktan sonra gerçekten ne fark eder ki... Tekrar tekrar "barış" demeden, "kardeşlik" demeden olmayacak çünkü. Adamlar çok güçlü, çok baskın. "Adamlar" dediğim de koca bir düzen, koca bir sistem yahu.

Yahu şurada ortalama 70-75 yıl yaşıyoruz, neyin peşindesiniz hala, neyi paylaşamıyorsunuz? Adam çıkmış, savaş çığırtkanlığı yapıyor, başbakan çıkıyor "tabii ki karşılık vermek"ten dem vuruyor, diğer hükümet ve devlet büyükleri (!) de farksız... Sokaktaki adam da öyle... Sokaktaki adam derken de, üniversite mezunu falan adamlardan bahsediyorum. Duyarlılık vs elbette ki öğretimle olan-oluşan bi'şey değil ama yine de kafalar daha iyi çalışsın, diye bekliyorsun... Nasıl bir aymazlık bu? Nasıl savaş yanlısı olunabiliyor? Bunu tüm kalbimle soruyorum, bunların cevabı bende yok. Empati yapamıyorum, anlayamıyorum. Çok boş bütün bunlar, nasıl anlayacaklar, nasıl anlatmak lazım...

TSK'nın savaş uçakları Kandil'i bombalıyormuş öte yandan. Aferin, gerçekten aferin. O "canavarlar"ı öldürelim, hepsini yok edelim, di mi?.. Lanetli yerlerde doğmuş büyümüş, lanetli dağlara çıkmış ve lanetli bir mücadelenin tarafı olmuş adamların hepsini yok edelim. Evet, en mantıklısı. Bravo! 21. yüzyılda hala bu şekilde çözmeye (!) çalışalım. Bir an için ahlaki yaklaşımı kenara bıraksak (ki asla bırakmayalım ama "mesela" diyorum ...), yine olmuyor. Çünkü öldürerek, vurarak, bombalayarak bitiremiyorsun. Gidenin yeri aynı hızla doluyor, olmuyor. E bunu "büyüklerimiz" (!) bilmiyor mu? Ben biliyorsam, onlar hayli hayli biliyordur. Yani: Çözüm isteyen yok! Sebep: Gerçekten bilmiyorum!

PKK de hala baskın yapsın, patlatsın, öldürsün. Onlara da aferin! Bu şekilde sonuç alamayacaklarını onlar da biliyorlar ama devam ediyorlar, neden? Bunu da bilmiyorum.

İnsan hayatı yahu bu... Dönüşü yok ki. Bi durun artık!!!

Bunlarla yaşamak çok ağır! Yeter artık! Edi Bese!!!

6 Ekim 2012 Cumartesi

Okuduklarımdan...

Bu aralar -son 1 ayda- okuduğum, ilham veren çok enteresan kitaplar var. Aslında ilginçtir, bu kitaplarda yazan şeyleri bir şekilde kendi kafamda evriltiyorum bir süredir; sonrasında karşıma çıkan bu kitaplar düşüncelerimi güçlendiriyor ve belli temellere oturtuyor gibi. Teknolojinin vardığı nokta, insanın zamanını nasıl geçirdiği, kurallar-kanunlar ve bunların işlememesi, paylaşmak gibi konuları içeren, daha iyiye nasıl ulaşabileceğimizi bir şekilde anlatmaya çalışan çok farklı ve aslında çok da örtüşmeyen kitaplar.

- "Göğü Delen Adam" var mesela. Elif bulmuş nereden bulmuşsa, elime tutuşturmuştu Ankara'da. Papalagi'den bahsediyor, yani göğü delen adamdan, yani Avrupalı beyazlardan... Okyanusya'da bulunan bir yerli kabilesinin liderinin, 1900'lerin başlarında yapmış olduğu Avrupa seyahati sonrası, orada görmüş olduğu "uygarlık"a olan eleştirilerini içeriyor. "Ev"e, "iş"e, "meslek" kavramına, "zaman"a olan yaklaşımımıza vs vs. Bugün itibariyle baktığımızda da, güncelliğinden herhangi bir şey kaybettiğini düşünmüyorum yazdıklarının. İnanılmaz bir yalınlıkla halkına sesleniyor, belki biraz da yakarıyor... Papalagi'ye kanmamaları için.

Dün ikinciye okudum hatta. Çok iyi, çok öneririm.

- Sonra "Mülksüzler" var, Ursula K. Le Guin'in 70'lerde yazmış olduğu bir çeşit ütopya olan klasik roman. Kuzencim Elçin almıştı doğum günümde de, anca okuyabildim. Anarres adlı gezegende Anarşist bir dünya kuran Odocuları ve onlardan birinin, günümüz dünyasına benzeyen Urras'ta yaşadıklarını anlatan bir roman. Roman olarak keyifli olmasının ötesinde, arka planda anarşist bir dünyayı -hatalarıyla ve ortaya çıkacak sıkıntılarla birlikte- başarılı bir şekilde tasavvur edebilmiş ve bana göre, nasıl bir yaşam kurmamız gerektiğini anlatan bir kitap.

- Unabomber'ın manifestosu olan "Sanayi Toplumu ve Geleceği" de ilginç, hem de çok. "Abuk sabuk" kitaplar okuduğumu gören Özcan verdi onu da. Bir kısmımız hatırlar belki, ABD'de bir adam (Unabomber) 80'lerde ve 90'larda, teknoloji merkezleri gibi yerlere bombalı mektuplar, paketler göndererek adını duyurmuş, sonrasında da yanılmıyorsam (aslında kalkıp bakabilirim ama üşeniyorum) Washington Post ve New York Times'ı tehdit ederek manifestosunu bu gazetelerde 6 punto büyüklüğünde yayınlatmış (90'ların başları). İşte bu manifestoyu kitap olarak basmışlar. Kabaca sanayi toplumunun ne büyük bir yanılgı olduğunu  ve insanın özüne hiç uymayan hayatlar yaşadığımızı anlatıyor, diye özetleyebiliriz sanki. İçinde yazan her şeyin doğru olduğunu savunmak mümkün değil ve metnin yazar(lar)ı da sürekli olarak bütün bunların tartışmaya açık konular içerdiğini söyleyegeliyorlar zaten. Ama çok ilginç ve bir çoğu çok doğru olan mesajlar içeriyor bana göre. İçinde şiddet içeren kısımları kendi adıma ayıklıyorum, ayrıca solculara da yerli/yersiz çok fazla giydirmiş sağ olsun; ama her şey bir yana, gerçekten ufuk açıcı, insanı farklı şekilde düşünmeye zorlayan bir metin. Öneririm...

Bütün bu kitaplardaki konular -sanki özellikle de sonuncusu- üzerinden ne biçim okuma-tartışma grupları yapılır aslında... Offf!!!

19 Eylül 2012 Çarşamba

"Şey"ler

(Kadıköy-Kartal metro hattı...)

Bi'şeyimiz varsa onu mutlaka kullanmak istiyoruz. Bu çok anormal bir durum değil belki ama bir yandan üzerimizde bir baskı da yaratıyor sanki. Veya zorunluluk... İşin kötüsü (?) çok fazla "şey"imiz var artık. Şeylerimizin içinde de başka şeyler var. Tüketmeye zaman yetmiyor.

Hepimizin bilgisayarları, flash diskleri, harici bellekleri ağzına kadar müzik, film, dizi, komik video dolu. Ayfonlarımızdaki uygulamalar (eplikeyşın) saymakla bitmez. Neyi dinleyeceğimizi, izleyeceğimizi, cihazlarımızın hangi özelliklerini kullanacağımızı şaşırdık. Ama yine yetmiyor, yine boşluk...

Nostaljiyi yüceltme akımını pek sevmesem de bunun cazibesine kapılasım var biraz. Çok eskiden değil, bizim kuşağın çocukluğuna gelen zamanlarda, 20 yıl kadar önce mesela, bir evde ortalama 15-20 tane kaset olurdu. Döndürür döndürür dinlerdik bunları. Şimdi hepimizde binlerce albüm var ama kaçını dinliyoruz acaba. Video kasetleri vardı, her evde yoktu da, olanlarda da çok sınırlı film vardı. Şimdi öyle mi? Herkesin harici diski ağzına kadar dolu.

Sonra akıllı telefonlar, çeşit çeşit uygulamalar, oyunlar...

Peki kötü bi'şey mi ki bütün bunlar? Sahip olma ve depolama maliyetleri bu kadar düşmüşken bir sürü içeriğe sahip olmak gerçekten o kadar kötü mü? Değil herhalde ama yine de bir yanlışlık var gibime geliyor. Çok gömüldük çünkü bu aygıtlara. Onlar yüzünden hayatı ıskalıyormuşuz gibi sanki... Sürekli bir şeyler yapmamız gerekiyor çünkü, vaktimizi "boş" geçirmememiz.

Vapurla karşıya geçerken mesela. Hepimizin kulağında müzik, elimizde telefon, uygulamalar - SMS'leşmeler vs. E orada deniz var, bakmıyoruz, koklamıyoruz; martılar uçuyor dibimizden, dikkatimizi bile çekmiyor; Kız Kulesi'nin önünden geçiyoruz, Topkapı Sarayı tam karşımızda, yüzyıllardır olduğu yerde. Umurumuzda değil.

Hayatın akışı böyleyken kendimizi dinleyemiyor, onunla yüzleşemiyoruz da. Hep bir hareket halindeyiz zaten ve bu halleri de hiç "boş" geçirmiyoruz, dolu dolu (!) yaşıyoruz, yukarıda yazdığım gibi. Ama hep dışarıdan gelenlerle dolu, içimizde nelerin olup bittiğinin farkında bile değiliz. Neler yaşıyoruz, neler bizi üzüyor/sevindiriyor, bu hayatta gerçekten ne yapmak istiyoruz, neredeyiz/burada mı olmak istiyoruz...

Hiçbir şeyi sorgulamıyoruz da zaten; "düzen bu" diyip bize dayatılan -ve bana göre tam bir fiyasko olan- hayatı, sistemi geldiği gibi kabulleniyor ve oyunun kurallarını değiştirebileceğimizi aklımıza bile getirmiyoruz. Edilgeniz bu hayatta. Ama evet, bu da bir seçim.

Uyuşmuşuz, uyuşturulmuşuz... Tüm bunların tek nedeni kullandığımız teknoloji değil tabii ama az etkisi de yok sanki...

17 Eylül 2012 Pazartesi

"Medeniyet" derken?..


İstanbul gerçekten çok yoruyor artık beni. Çok sevimsiz gelmeye başladı. Bu koşturma, bu binalar, arabalar, soluduğumuz egzoz, sokaklarda-caddelerde milyonlarca insan...

Medeniyet denen şey tek dişi kalmış canavar falan değil de, koskocaman bir yanılgı! İnsanoğlunun bütün bunları kendine yapmasını aklım almıyor. Neden bu kadar çok çalışıyoruz? Çalışmayı azaltmayacaksak teknolojiyi neden geliştirdik bu kadar? Her şeyi makineler yapabiliyor, biz neden keyfimize bakmıyoruz?

Sahi neden bu kadar çok araba var? Neden bu kadar çok sırt çantası var? Her birimizin evinde çamaşır makinesi olması bu kadar zorunlu mu? Neden sorgulamıyoruz yahu bunları? Sırt çantası, en basiti... Şöyle büyük çantaları diyorum, kampçı çantası falan mesela... Veya bavul falan, diyelim. Yani yılda, ortalama insanın 2 kere birer hafta kullandığı bir şey mesela. Hadi Yazın 3 ay çok yoğun kullanıldığını varsaysak bile ortalama 6 kişiye bir çanta yetmez mi, yeter. Bütün bu çantaların durduğu bir yer olsa, ya da evlerde dursa da bi takip sistemi kurulsa. web üzerinden bunları yapmak da çok kolay. Demek ki, 6 çantanın 5'ine ihtiyacımız yok aslında bütüne baktığımızda.

Veya bu kadar çok araba olmasa hayat daha güzel olmaz mı? Onları da ortak kullanamaz mıyız? Önce, gerekli hesaplamalar falan yapılsın ve %80'i falan bi kenara konsun. ("Nereye koyacan o kadar arabayı" gibi sorularla gelmeyin, kalbinizi kırarım; orası hallolur) Ortada dursa hepsi, anahtarları üstünde... İhtiyacı olan alsa, gittiği yere gitse. Oradan da başkası alsa... Duraklarda insanları alsalar, gittikleri yöne götürseler... Tabii bu sadece özel kullanım kısmı, toplu taşımayı özendirmek, artırmak vs. çok daha önemli ve etkili. Ama bireysel rotaları da bu şekilde halletsek.Trafik bitti, inanılmaz zaman kazandık; çevre kirliliği %80 azaldı; insanlar daha fazla etkileşim haline girdi, falan...

Ne saçma şeyler yazıyorum yahu. Oldu olacak mülkiyeti tamamen kaldıralım, olsun bitsin. Olur ki bence... Hiç gerek yok bunlara, bu saçmalığa, bu koşturmaya...

Bir insanın nasıl 10 tane, 100 tane, 1000 tane evi olabiliyor, diğeri açlık sınırında yaşarken?..

Kan donduran istatistikler vardır ya hani; en dondurucusu benim nazarımda şudur: Dünyada her yıl silahlanmaya harcanan paranın %10'u ile açlık sorunu ortadan kalkabiliyor (umarım oranı doğru hatırlıyorumdur.). Ya bu bilgi orada dururken nasıl bu kadar rahat hayatımıza devam edebiliyoruz? Nasıl arabanın modelini yükseltmeyi düşünebiliyoruz? Nasıl işyerinde alavere dalavereler yapabiliyor, hırslarımıza kaptırıyoruz kendimizi? Nasıl bu kadar fütursuzca tüketebiliyor, iPhone 5 çıkınca mağazaların önünde kuyruk olabiliyoruz? Üretimde kullanılan madenlerin çıkarılması için çok kötü koşullarda çalışırken ölen insanları nasıl sindiriyoruz içimize? Samsung, keza, kullanmış olduğu bilmemne madeni nedeniyle 70 küsur kişinin ölümüne neden oluyor ama biz gidiyor HD televizyonundan koyuyoruz karşımıza...

Ben bayağı kızıyorum bu işlere yaa. Dayanamıyorum artık bu aptallıklara, bu görmezden gelmelere, umursamamalara...

Deniz demişti ki bir gün -ki çok güzel demişti- "Neyse ki ölümlüyüz yahu; bir de ölümlü olmasak insanoğlunun bu hırsı bizi nereye götürürdü artık. Şimdi yine arada sırada da olsa hatırlıyoruz da frenliyoruz belki kendimizi biraz olsun." O durumdaki hırsları, pislikleri gerçekten düşünemiyorum; şimdi bile böyleyken durum...

Nasıl yapmalı? Nasıl değiştirmeli bir şeyleri? Her gün herkesin kulağına fısıldayan bir sistem kursak, her gün "hey dostum öleceksin bir gün, yavaşla biraz, sakin ol, kasma bu kadar, gerek yok." dense işe yarayabilir belki. Her şey bir yana, bu kaçınılmaz son çünkü. Bunu kabul ettiğimiz ve teslim olduğumuzda rahata erecek gibiyiz bence.

Bu arada o kadar çok insan farkında ki, her şeyin kocaman bir yalan olduğunun. Ama herkes o kadar kabullenmiş ki, olan biteni değiştiremeyeceğimizi. Bi' ayağa kalkmayı bekliyor aslında... Büyük bir devrimden falan bahsetmiyorum (ki keşke olsa); hepimizin kendimizi ve ne için yaşadığımızı ciddi anlamda gözden geçirmemizden bahsediyorum.

Büyük çoğunluk (hatta çoğunluk da değil belki, bir kısım insan) bunu yapınca, sistem düşecektir, buna inanıyorum!

16 Eylül 2012 Pazar

dizi izlemek, falan...

uzun zaman sonra ilk kez dizi izledim. hem de birinci sezon birinci bölümden yakaladım. "the newsroom"u izledim az önce... şimdi dizi iyi, güzel, hoş da, genel olarak bu dizi işini tartışasım var. özellikle son zamanlarda bu dizileri indirmek, oradan-buradan bulmak çok kolaylaştı. herkeste acayip bir arşiv; dexter'lar, HIMYM'lar (how i met your mother), house'lar havada uçuşuyo. artık film kültüründen önemli bir hal de aldı sanki, bu dizi izleme kültürü.

iyi de niye izliyoruz dizileri? hatta hunharca tüketiyor gibiyiz sanki. bir oturuşta 6-7 bölüm izlemeler, sezon bitirmeler falan... izlemeyelim değil tabii, çok da güzel diziler var da, yine de birçoğunun zaman kaybı olduğunu düşünmeden edemiyorum. haa, tv izlemek zaman kaybı değil mi? bin beteri, onu tartışmıyorum bile! ama bu dizileri izlemek daha bi havalı gibi oldu ya şimdi, bu yüzden gündeme getiriyorum. beynimizi uyuşturup, acayip zaman harcıyormuşuz gibime geliyor. kitap okumak falan vardı yahu, bitti-gitti. hiç tahammülümüz kalmadı. ne bileyim... ben de okuyamıyorum çok mesela; hatta az okuyorum gayet. sabrın sınırları yerlerde sürünüyor artık. sıkılıveriyoruz hemen, her şeyden sıkıldığımız gibi. son zamanlarda kaç kitaba başladım da devamını getiremedim, ya da zoraki bir şekilde getirdim. çok azını keyifle okuyabildim.

the newsroom'u belki ayırabiliriz bu arada diğerlerinden. insana ilham veren bir dizi sanki, ilk izlenimlerim bu yönde. ama mesela dexter izlemek ne katıyor insana? bir sezonunu izledim, çok keyif de aldım ama ne oldu ki sonuçta?.. hadi HIMYM falan en azından güldürüyor, eğlenceli vakit geçiriyorsun. ama dexter... ha bu arada niye dexter'a taktım ki? sevdim ben o diziyi. ama işte yakın zamanda bir sezonunu izlediğimden ısrarla ona dönüyorum. dinamiği anlamaya çalışıyorum.

her yaptığın işin, her izlediğinin sana bi'şeyler katması da hastalıklı bi'şey galiba bu arada. ama işte azıcık zamanımız ve yapılacak bu kadar çok şey varken, eğlenmeli, keyifli zaman geçirirken bile bi'şeyler katsın istiyorum. (bu "bi'şeyler"i de böyle yazmayı çok seviyorum bu arada.)

neyse öyle işte. yapılacak bu kadar çok şey varken zamanın bu kadar sınırlı olması rahatsız ediyor beni. bazı şeyleri kabullenmek lazım tabii. ama zorlanıyorum. zorlanınca da böyle saçmalıyorum. yok yaa saçmalamıyorum, sorguluyorum. sorgulamak iyidir iyi...

4 Eylül 2012 Salı

karıncalar ve balıklar

04.09.2012, Ekin'in evi, arkadaki oda (bir süreliğine benim odam)

"Saat 02:14 ve ben çok mutluyum." diye yazmak üzere kağıdı kalemi elime aldım ve "çok"un azıcık abartılı olabileceğini düşündüm. Aslında abartılı da değil, zira kalemi kağıdı elime aldığımda gerçekten "çok" mutluydum, şu anda "orta" mutluyum. Anlık bir düşüş oldu. Ya da yükseliş anlıktı da şimdi normale döndü belki. Aman işte, neyse ne...

Ankara'dayken elime geçen (Elif'e selam olsun) Hey My Fanzin yayınındaki kısa öykülerden birinde geçen şu cümleyi pek beğendim; onu paylaşayım da bitireyim bari hemencecik: "Sular yükselince balıklar karıncaları, sular çekilince karıncalar balıkları yer kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir." Çok iyi değil mi yahu?..

3 Eylül 2012 Pazartesi

yardım istemek

Bu sıralar öğrendiğim en önemli şey, ihtiyacın olduğunda yardım istemek galiba. Her kim/ne deva olacaksa... Can dost, sıradan bir arkadaş, eski sevgili, bazen sokakta veya bi' cafe'de tanıştığın biri, bazen de kocaman bir ağaç, ya da bir sokak köpeği...

bu gece benim...

evdeki son gecem. en azından bir süreliğine son gecem. şimdilik 3 aylığına yokum; orada burada şuradayım. nasıl olacak bakalım...

tam bir sıfırlanma haline çok yakınım, bunun hafifliği var üzerimde; ne bir iş, ne hayatımda biri (ivit, elif gitti bu arada; ve evet, korkarım hızlı oldu biraz), ne bir aidiyet, ne bi'şey... dans dersi var şimdi sadece, çarşambaları.

biraz korkutuyor da bu kadar başıboş olmak, ama bir yandan çok değişik ve güzel. "başıdolu" olmanın matah bi'şey olduğunu kim söylemiş ki hem? "kendini gerçekten bulmak istiyorsan tüm sahipliklerinden kurtulmalısın." demiş bir adam. yok yok kimse dememiş, şimdi ben uydurdum. gerçi bi' adam demiş olsaydı, o da uydurmuş olmayacak mıydı? hayır, bi' adam söyleyince değerli oluyor da ben söyleyince mi olmuyor? yapmayın! (bu kısım biraz alpay erdemvari oldu, idare edin. ((: )

başıboş olmak diyordum... hafta sonu yeniköy'e, oradan belki çanakkale'ye, belki izmir'e geçecek gibiyim. belki ikisine de, sırayla... sonra bi "ayvalık işi" var, iyice bi netleşsin de öyle yazayım, sonra ay sonuna doğru bi "tekirova işi" olabilir gibi. onu da kesinleşince yazayım. bi' değişik bi'şeyler...

yahu yarın nerede kalacağım belli değil yahu; galiba ekin'de ama %100 belli değil mesela. çok tuhaf... ((: ama pek eğlenceli; bi de pek değişik.

bu iş nereye gidiyor acaba? dans edeyim, top çevireyim, müzik yapayım derken... ((: bi de bi sevgi dolu haller...

son gecem şimdi, diye yatasım da yok. ya da bahane belki... içim bi çok dolu gibi, ama yoruldum da.

yatiyim ben yatiyim.. bişiler okuyim azıcık (yazım hataları bilinçlidir bu arada, konuşur gibin... açıklama ihtiyacı duydum nedense.)

2 Eylül 2012 Pazar

Ankara'dan İstanbul'a otostop

2 Eylül 2012 Pazar gününe canım sıkkın uyandım.

Aslında gece (ve aslında sabaha karşı 5'e doğru) eve geldiğimde pek keyifli gibiydim; jamcanlarla ("jamcan"ların kim olduğunu bilmeyen okuyucudan özür diliyorum) çok çok güzel bir gece geçirdik. En muhabbetli, en sarılmalısından... Çok iyi geliyorlar bana yahu; yalnız yavaştan bağımlılık halini almaya başlayacaklar, diye de ufaktan tırsmıyor değilim.

Ondan öncesi, otostopla Ankara'dan İstanbul'a gelme kısmısı. Gayet güzel ve beklediğimden rahat geldim. Cuma gecesi Merve'yi evlendirip Cumartesi sabahı(!)na çok geç uyanınca; sonra uzun uzun kahvaltı yapınca, saat 2'yi geçti zaten. Akşamüstü saatlerinde otostop sakat mı olur, yollarda kalır mıyım endişelerine rağmen düştüm yola.

Koray'ım beni Eryaman'a kadar attı; bir 10 dakika bekledikten sonra doktor Murat Abi aldı beni arabasına. Ne tatlı bir adamdı yahu. Arkadaşıyla kavga etmişler, bozuşmuşlar, canı çok sıkkınmış. 3 tane bira içmiş ve kendini yola atmış, zaten limiti de 3 biraymış; ayrıca hep Efes içermiş, hiç şaşmazmış. -Yeri gelmişken ona Anadolu Grubu'nun Gerze'de yaptıklarından (bilmeyenler için "HES") ve buna karşı Greenpeace'in kampanyasından, birçok insanın Tuborg'a geçtiğinden, ve özellikle Tuborg Gold'un gerçekten çok güzel olduğundan falan bahsettim. Kandırır gibi oldum, deneyecekti bakalım.- 3 birayı duyunca önce biraz tırstım ama çok sakin sakin gidiyordu, rahatladım. Benim için gişelere kadar gitti, hatta gişelerden girdi; ben hemen orada indim ve ikinci aracı beklemeye başladım.

Sonra Mustafa aldı beni. O da çok şeker bir adamdı. Beden Eğitimi hocasıymış da, bir türlü atanamayınca özel sektöre atmış kendisini, bir firmada satış alanında çalışıyor. Epey muhabbet ettik onunla da, pek keyifli geçti yolculuk. İzmit'e kadar geliyordu, ben İzmit'e 20 km falan kala bir dinlenme tesisinde indim ve üçüncü araçla İstanbul'a varmayı umuyordum.

Dinlenme tesisi çıkışında İmdat abi durdu; kamyonuyla mısır getiriyordu Adana'dan. Direksiyonun hemen sağ alt tarafında Kamosonic marka DVD oynatıcısında porno film oynuyordu; neye uğradığımı şaşırdım. Hatta arşiv de genişti, farklı bir tane daha koydu giderken, ne olduğunu tam anlamamış ve bana sordu. (Gülüyorum) Neyse uzatmayayım bu kısmını...

Sonra İzmit çıkışında trafik sıkıştı; İmdat abi ilk gördüğü dinlenme tesisine attı kendisini, orada bekleyeceğini söyledi. Artık hava da kararıyordu ama ben yine de beklemek istemedim, attım kendimi yola. Hatta otobandan yürümeye başladım, zira arabalardan daha hızlı ilerliyordum. Trafik yavaştan açılmaya başlarken son aracımı doldurdum; Müslüm durdu bu sefer. O da Akyazı'ya yastık götürmüş, geri dönüyordu İstanbul'a. Hem de Avcılar tarafına gidiyordu, Beni 4. Levent civarında, otoyolda indirdi, sonra köprüye çıktım, oradan metroya bindim falan...

İşte sonra da Hanzadeler'deki buluşmaya yetiştim.

Sıkkınlığıma girsem mi, bilemedim. Otostop maceralarını yazarken azıcık gülümsemişken, orada kalmak mı daha iyi acaba?..

Bu yazı burada bitsin de belki ayrıca yazarım...

31 Ağustos 2012 Cuma

kısacık bi paylaşım

Bi yandan yorgun, ama daha öte yandan pek bir güçlü hissettim bugün. Hülya, Burcu, Sinan, Ekin, Argın, Gülsüm, -başlarda gitmek zorunda kalsa da- Bürge... Off çok iyi geldiniz ama bana yahu. Dünkü keyifsizlikten sonra bugüne daha iyi uyanmıştım zaten ama bu kadar yukarıya çıkacağımı da beklemiyordum.

Yarın yine Ankara yolları. Bir ayda üçüncü kez gitmiş olacağım; ama bunun sonrasında epey bir süre yolum düşmeyecek gibi görünüyor. Diğer ikisinde otostopla gittim ne güzel, ama bu sefer Merve'nin düğünü kaçırma riskine giremeyeceğimden mütevellit, otobüsle gidiyorum. Ne de sıkıcı... ((: Bu arada "mütevellit" demişken... Neyse...

O zaman bana iyi yolculuklar olsun; az biraz anlamsız bir yazı oldu sanki ama şu ilk paragraftakileri yazmak istedim. Aslında daha yazasım var bi'şeyler de, galiba bu akşam zor...

İyi geceler ola ahali...

28 Ağustos 2012 Salı

kaptırıyoruz benliğimizi

Yolun sonuna geliyoruz, İstanbul netleşiyor yavaş yavaş. İçerisi kusmuk kokuyor ama iyice kanıksadım artık. Deniz o kadar dalgalıydı ki, yolcuların yarısı kustu herhalde.

Kafada bin bir türlü şey, kulağımda Mor ve Ötesi... Elif ne olacak, ben ne yapacağım, akşam babamlarla ne yaparız, yanımdaki kadın yazdıklarımı okuyor mudur... Neyse ki elimle güzelce kapıyorum.

İzmir'e, Çanakkale'ye ve diğer yerlere gidiş planları. Bir yandan Alanya'daki dinginliğe özlem. Anneme özlem... Yeniköy'e gitmeli bir ara, ne ara? EVS yapacak mıyım? Bir dönemi daha kaçırmak üzereyim bu kafayla. ... Vakfı, Eylül'de başlayacak olan proje için iş teklif etse ne yaparım? GeziJam bir hayal mi? Yapabilecek miyiz?

Odamı da kiralamak üzereyim; muhtemelen Burak'a... Göçebelik nasıl geçecek?

-------------------------

Aslında elime kalemi aldığımda bambaşka şeyler vardı kafamda. İnsanlar ne yapıyor, ne için yaşıyor sorusuna yanıt arıyordum. Kendim ne için yaşadığımı bulamamışken bunu düşünmek de biraz saçma aslında. Ama böyle boş boş yaşıyorlarmış gibime geliyor (ben kim oluyorsam buna karar verecek) ve üzülmekten alamıyorum kendimi.

İstanbul iyice netleşti.

Mesela geliyoruz dünyaya, zamanla yetişkin oluyoruz; sonra iş, evlilik vs. derken bir sürü yük alıyoruz üzerimize; bir sürü sorumluluk, bir sürü -meli -malı. Bir şeylere sahip olmaya ve bununla mutlu olmaya çalışıyoruz. Evet, dönüp dolaşıp bu konuya geliyorum; çünkü insanlar dönüp dolaşıp burada tıkanıyorlar, gibime geliyor. Asık suratlarıyla yaşıyorlar ve sürekli bir endişe halindeler.

Plazaları falan düşünüyorum. Büyük bir şirketin merkezini düşünüyorum. Her gün binlerce kişinin takım elbiselerini giymelerini, ciddi ciddi kravatlarını takmalarını, sabahın köründe evden çıkmalarını, servise binmelerini... Kadınların süslenmelerini, şıkır şıkır giyinmelerini, erkeklerin her gün sinekkaydılaştırmak durumunda kaldıkları suratlarını. Sakal ne de yakışıyor halbuki, neredeyse her erkeğe... Sonra gidiyorlar, koskocaman bir çarkta, kendi üzerilerine vazife olan işleri görüyorlar.

Geldik Kabataş'a, yanaşıyoruz; Mor ve Ötesi bitti, Absynthe Minded'a geçtim.

Yaptıkları işlere büyük oranda yabancılar. Çok büyük kısmı mutsuz, belki de her biri. Para kazanmak, hayatta kalmak için katlanıyorlar. Çok da haksız değiller belki. Ayrık otu olmak çok zahmetli ve çok konforsuz; kaptıran devam ediyor bu nedenle.

Evet kaptırıyoruz; önce elimizi, sonra kolumuzu, sonra da tüm hayatımızı, benliğimizi.

Kaptırdıkça daha da uzaklaşıyoruz benliğimizden.

Anam! Deniz otobüsü boşalmış!

(Mecburi bitiş)

Bursa'dan çıkarken...

ön not: bundan önce yolda 2 yazı daha yazdım ama yayınlamıyorum.

Deniz otobüsüne bindim şimdi de. Çok fazla yazasım yok ama az önceki hissiyatımı yazıya dökmek istedim. Yağmur yağıyordu, ince ince ama hızlı; kulağımda "Çok aşık" şarkısı çalıyordu FD'nin albümünden, Pinhani'nin yorumuyla. Serin bir rüzgar esiyordu üstüme. Ve ben hiç acele etmeden, sakin sakin, kollarımı iki yana açmış bir şekilde deniz otobüsüne doğru yürüyordum. Bundan 1 dakika önce Balıkçı, Derya ve Argın'a onları sevdiğimi yazmıştım. Çok canlı, çok yaşıyor hissettim o 1-1,5 dakikada. Çok güzeldi.

Şimdi içerideyim. Azıcık uzaklaştım o güzel hislerden. Epey sallanıyoruz, falan. (Deniz çok dalgalı.) Ama güzel, yine güzel, hep güzel...

Deniz otobüsü hareket etmek üzere, saat 15:30 civarı

24 Ağustos 2012 Cuma

yeni blog adresi, belki de ismi??

blogaisimbulmaknezorismis.blogspot.com çok saçma bi adres. o zaman hakkaten başka bi'şey bulamadığımdan bunu koymuştum.

şimdi az-çok yazmaya başladığımdan mütevellit, adam akıllı bi isim koymam lazım. blog'un adı olan "değişik şeyler"i mi koysam adres olarak?.. ya da onu da mı değiştirsem... seviyorum gerçi galiba...

fikri, önerisi olan varsa bi paylaşsa, olma mı? değiştireyim şu saçma ismi bir an önce...

19 Ağustos 2012 Pazar

Karışık işler!

Tam 29 gündür gazete okumadım, haber izlemedim. Evet evet, ben. Hani şu hayatını haberlere odaklamış, gelişmeleri an be an twitter'dan izleyen ben. Ne oldu yahu bana? Kendime döneyim derken bencilleşiyor muyum acaba? Bir anda olan biteni umursamamak... Aslında umursamamak da değil, hayallerime baktığımda diğerlerini, gezegeni en az eskisi kadar umursadığımı görüyorum; ama gidiş yolu biraz farklılaştı sanki.

Biraz yükleri üzerimden attım gibi. Olan biten binlerce boktan şeyin hepsini sırtlamam yanlıştı belki. Yüklendikçe daha çok ağırlaşıp, bir de bir şey yapamamak, yapamadıkça taşıyamaz hale gelmek çok mu doğruydu sanki. Roboski'de insanlar öldü diye en çok üzülme yarışmasına katılsam derece yapar, en kötü şartlarda mansiyon, jüri özel ödülü falan alırdım. Alırdım da n'olurdu acaba?.. Ferhat Encü'nün altıncı kez gözaltına alınmasını mı engellerdim mesela? Herkes benim ne kadar üzüldüğümü görüp, "O üzüldüyse bir bildiği vardır; durduralım şu savaşı!" mı derlerdi ya da?

İyi de şimdi ne yapıyorum ki? Yollara düşmece, insanlara dokunmaca planları, hayalleri... Çok mu naif ki?..

Bir de bu kadar ani bir kopuş çok mu tuhaf ki?

Değil belki de... Bana düşeni yapmak için doğru yola giriyorum sanki. Yapılan "iyi iş"ler illa ki kitlesel olacak diye bir kural da yok; ha mümkünse kitlelere ulaşmak tabii ki daha iyi. Ama bunun mümkün olmadığı zamanlarda da, elimizden geldiğince taş üstüne taş koyarsak görevimizi yapmış oluruz.

Mu acaba? Offf, karışık işler!

GeziJam

Yine çok şey hücum ediyor aklıma ve içime; nereden başlayacağımı nereden tutacağımı şaşırdım. Dersiz topsuz bir şekilde yazmak iyi gelir mi ki?.. Bence kesin gelir; bence? Bence de...

Kulağımda Yeni Türkü'nün çok eski bir kaydı, "Ne güzeldir yollarda olmak şimdi" diyor bir kadın, kim olduğunu bile bilmiyorum. Güya Yeni Türkü'yü çok severim, ama herhangi bir zaman bir kadının bu grupta şarkı söylediğini bilmiyordum. Şimdi de "O kadar sevdim ki resmini ..." diyen şarkı çıktı. Evet yazamıyorum, dinliyorum.

Ne diyorduk? Hücum eden "şey"lerle başa çıkmaya çalışıyorduk. En yoğunu, yeni ve alternatif bir hayat kurma çalışmaları galiba. Tam zamanlı bir işte çalışmadan, hatta mümkünse -klasik anlamda- hiç çalışmadan yaşamak. Üretmek, paylaşmak, az tüketmek üzerine kurulu... Olur mu ki? Çok mu hayal?

Off, "Deliler"'e geçtiler...

Mesela GeziJam projemiz var şimdi, henüz emekliyor, tay tay ayakta durmaya çalışıyor. (Bağıra bağıra "Deliler"i söylüyorum.) Bir grup yaşını başını almış koca eşek yollara düşelim, diyoruz; köyleri kasabaları gezelim. Gittiğimiz yerlerde paylaşım yapalım, konuşalım, dinleyelim, anlatalım... Tiyatro yapalım, müzik yapalım, oyunlar oynayalım. Hem yaşama sevinci alalım, verelim; hem de belki bu arada ekolojik hayat, sürdürülebilirlik üzerine paylaşımlarda bulunalım. Gittiğimiz yerlerde bir çok şey öğrenelim, bunları oraya buraya taşıyalım; hatta belgeselleştirelim bu çalışmayı, kitaplaştıralım... Çok mu hayal? Orası belli olmaz işte; deneyeceğiz gibi görünüyor ama. Karavan ya da minibüs gibi bi'şey alıp düşsek diyoruz yollara... Gerçekten güzel şeyler yapabilirsek, çok fazla paraya ihtiyaç duymayacağımızı düşünüyoruz bu arada; gittiğimiz yerlerde bizleri bağırlarına basacaklarını düşünüyoruz. Çok mu uçuyoruz? Belki... Bunlarla ilgili 2 toplantı yaptık bile, bayağı bayağı konuşuyoruz yahu, ciddiyiz yani. Velev ki çok saçmalıyoruz, çok uçtuk; yine de çok iyi değil mi? Bir grup insanın böyle hayallerin yapılabilirliği ile ilgili konuşması, tartışması, heyecanlanması... Konu beni heyecanlandırıyor heyecanlandırmasına da, asıl bu heyecanın kendisi ve gözlerdeki ışıltılar daha çok heyecanlandırıyor.

Yeni Türkü arka planda devam ediyor, artık bir bir aktarmayı bıraktım.

Neyse işte, diyoruz ki düşelim yollara, kervanın büyük kısmının yolda düzüleceğini düşünerek... Önce bir pilot çalışması yapalım, diyoruz; atlayalım gidelim bir yere, yakın zamanda. Bakalım ne yapabiliyoruz, ne yapamıyoruz; tepkiler nasıl... Heyecanımızın bir karşılığı var mı, yoksa bize deli gözüyle mi bakacaklar. Sonra bakacağız bakalım.

Ev işi var şimdi bir de. Bir an önce kiradan kurtulmam lazım. Çalışmadan yaşamanın birinci kuralı kira ödememek olsa gerek. ((: Odamı geçici ya da kalıcı olarak birine devredecek ya da evi komple boşaltacağım(z).

"Başka Türlü Bir Şey" başladı.

İşsizlik maaşım da var bir süre, çok iyi yaa. Hep olsa keşke. En güzel bi'şey bence işsizlik maaşı. Kira da gidince, acil bir para kazanma derdim yok, çok iyi!

Yollar da beni bekliyor; öncelikli olarak Ankara, İzmir, Yeniköy, Çanakkale, bi ara Alanya... Sonrasını hiç bilmiyorum. Bilmemeyi seviyorum. Bilmemeyi sevmeyi de seviyorum...

17 Ağustos 2012 Cuma

ne eksik, ne fazla

Nasıl günler, nasıl bir yoğunluk, nasıl bir ruhsal ve fiziksel ve aralıksız hareket hali. Birkaç gün nadasa bırakıyorum kendimi; azıcık kendimi dinlemece... Kimseyi aramamaca, sormamaca; dayanabilirsem...

Elif de gitti bu akşam, kendimle kaldım. Çok güzel bir(kaç) haftaydı, her şey olması gerektiği gibi gitti. Ne eksik, ne fazla. Tam bir açıklık hali, çok iyi, en iyi. Çok yoruldum; ama en tatlısından. Biraz enerji toplayıp yollara düşmeli. Kafa hep yollarda zaten, beden de takip edebildiği kadar artık...

14 Ağustos 2012 Salı

doğru-yanlış, iyi-kötü ...

Bütün bu insanlar nereden çıktı? Ne oluyor? Herkes ayrı bi' çeşit, herkesi ayrı bi' seviyorum. Gerçekten de hayatımda yaptığım en doğru şey Jam'e katılmaktı galiba. Hem içe dönüşün önemini ve gerekliliğini fark edip bunu uygulamayı öğrenmeye başladım, hem de bir çok güzel insan tanıdım. Peki bu insanlar mı güzel, yoksa zaten herkes güzel de içlerini mi görmek lazım?

Mesela Ogün Samast da güzel mi içten içe? Sadece bir kurban mı, yanlış fikirlerin, yanlış adamların peşinden koşan?.."Yanlış adamlar" kim peki? Kim bu adamları "yanlış adamlar" ilan etti? Şu an için ben. Zira "toplumsal iyi" için doğru olmayan şeyler yapıyor ve yaptırıyorlar. Hımm, toplumsal iyinin ne olduğu benim tekelimde galiba? Ukalalık mı yapıyorum? Galiba hayır. Galiba gerçekten biliyorum.

Bu "yanlış adamlar" niye "yanlış işler"e bulaşıyorlar peki? Mayaları mı kötü? Öyleyse onları suçlamak zor, ellerinde değil çünkü. Kafaları mı çalışmıyor; bu nedenle "saçma" fikirlerin peşinden koşuyorlar? Cahiller mi? Yanlış mı yönlendirilmişler? E ama bu durumlarda da dışsal etkenlerden bahsediyoruz. Yine mi kızmamalıyız? Peki nasıl olacak bu iş?

Rakel Dink demişti ya "bir bebekten katil yaratanlar" diye. Ne de güzel söyledi. Ama işte bu katili yaratanları da birileri yarattı. Orada bir sarmal var yani kırılması gereken ve bu çok zor.

Nasıl çekeceğiz insanları bu tarafa? Aslında "bu taraf" o kadar basit ve yalın bir şekilde güzel ve doğru ki, halihazırda hepimizin orada olmamasını anlayamıyorum. Güzellik, kardeşlik, paylaşmak, zarar vermemek... Bunları da tartışacak değiliz, değil mi? Bunlar çok açık bir şekilde "doğru" yollara götüren adımlar değil mi?

Bu adımların karşısında da hırs ve açgözlülük var galiba. Neden bunlar ağır basıyor? Huzura ulaşmak varken bu saçma yollara neden sapıyoruz? Ne yapsak da sarssak insanları, "kendinize gelin!" desek?

Sahi şu anda neden iyi hissediyorum kendimi?..

Huzurlanmak...

Burada çok huzurluyum. Bahçenin güzellğinden ve sadeliğinden mi kaynaklanıyor, Hanzade ve Ali'nin konukseverliklerinden ve rahatlıklarından mı... Ama çok rahat hissediyorum. İstediğim an atlayıp gelebileceğim bir yer. Çok tatlılar yahu abla-kardeş.

Hanzadelerin evi, 11:15

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Ağaca sarılmak

6 Ağustos 2012 - 12:10

"Bence John Lennon'ın 'Imagine' şarkısını çözümlese herkes, dünyadaki tüm dertler biter." dedim geçen gün. (Şarkının İngilizce ve Türkçe sözleri aşağıda) Evet, aslında her şey çok basit, ve bir o kadar da zor.

Sistem çok yanlış kurgulanmış. En nihayetinde besleniyoruz, ürüyoruz ve ölüyoruz. Bunu çok komplike bir hale getirmek neden? Neden bu kadar çok sahip olasımız var? İhtiyaçlarımız nereye kayboldu? Dört bir yanımız istek ve ihtiraslarımızla örülmüş. İhtiyaçlarımıza ihtiyaç duymuyoruz, onları görmüyoruz bile. Varsa yoksa daha çok tüketmek! Tükettikçe de mutlu olmuyoruz aslında; fakat mutsuzluğumuzu, yine daha fazla tüketerek gidermeye çalışıyoruz. Olmuyor! Kaybolmuşuz!

Zülfü Livaneli diyor ya "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey"... Çok mu naif? Bence çok güzel ve işin kötüsü çok doğru.

İhtiyaçlar dedik ya, nedir acaba gerçek ihtiyaç? İstekle ihtiyacı nasıl ayıracağız? İstek, istemek o kadar mı kötü bir şey? Zor sorular bunlar, tam olarak cevaplayamıyorum da. Zaruri ihtiyaçların fazla tartışılacak yanı yok; nefes almazsak, yemek yemezsek yaşayamayız. Diğerleri karmaşık ve değişken ve subjektif. Mesela araba sahibi olmak, iPhone almak... Yok yok, bu konudan çıkmak mümkün olmayabilir. Susuyorum.

Ama ihtiyaç duymadığımız, unuttuğumuz ihtiyaçlarımız üzerine iki cümle.. İçimize bakmak, duygularımızı takip etmek gibi. Materyalizme ve -en başta ben olmak üzere- analitik bir hayata boğulmadık mı? Her durumda "en mantıklı"yı, "en akıllıca"yı seçme, yapma çabaları... Bırakamıyoruz kendimizi; hep bir hesap kitap ("Hayatın gerçekleri işte!" mi? Bu gerçekleri yaratanlar bizleriz.). Çok mu sıkıcılaştık acaba? Birbirimizin aynı hayatları kuruyoruz, ne kadar aynılaşırsak o kadar seviniyor ve bunun iyi olduğunu düşünüyoruz. Nedir ki bu? Kendimizden uzaklaşmak değilse nedir? Kendimize yabancılaşmak değilse nedir? E kendimize yabancılaşacaksak niye geldik ki dünyaya? Bizim için biçilmiş kıyafetleri giyip kukla olmaya mı? Kendi kendimizin tasarımcısı olamaz mıyız? Daha eğlenceli olmaz mı? Daha çok öğrenip daha çok keşfetmez miyiz?

2 gün önce ilk kez bir ağaca sarıldım. Çok güzeldi. (Bunu yazarken bile, bloga koyarsam kimler dalga geçer, kimler "iyice kafayı yedi bu!" der diye düşünüyorum bu arada.) Ağaçlar çok şey anlatıyor sanki, dinlemek lazım. Ben ilk kez dinlediğim için tam anlayamadım ama çat-pat anlaştık. Çok güzeldi. Ormanda kaldık. Sabaha kadar ateşin başında... Ateş çok büyülü bir şey, neden acaba?.. Bakmaya doyamıyorsun; çok başka...

Ve arkadaşlarla olmak... 2 hafta önce haklarında hiç bir şey bilmediğim, şimdi ise yine çok az şey bildiğim ama fazla gerek de duymadığım... En önemlisi içlerini gördüğüm... Ne güzel bir geceydi.

Nereye gidecek yahu bu iş?.. ((:

-----------------------------------------------------
Imagine - John Lennon

Imagine there’s no heaven’ 
Cennetin olmadığını hayal et 

It’s easy if you try’ 
Eğer denersen bu kolay  

No hell below us’ 
Altımızda cehennem yok 

Above us only sky’ 
Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var 

Imagine all the people 
Hayal et bütün insanların 

living for today... 
bu gün için yaşadığını... 

Imagine there’s no countries’ 
Hiç ülke olmadığını hayal et 

It isnt hard to do’ 
Bunu yapmak zor değil 

Nothing to kill or die for’ 
Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok 

No religion too’ 
Ve din de yok 

Imagine all the people 
Hayal et bütün insanların 

living life in peace... 
hayatı barış içinde yaşadığını 

Imagine no possesions’ 
Mülkiyetin olmadığını hayal et 

I wonder if you can’ 
Yapabilir misin merak ediyorum 

No need for greed or hunger’ 
Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok 

A brotherhood of man’ 
İnsanların kardeşliği 

Imagine all the people 
Hayat et bütün insanların 

Sharing all the world... 
Tüm dünyayı paylaştığını 

You may say Im a dreamer’ 
Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin 

but Im not the only one’ 
ama tek ben değilim 

I hope some day you’ll join us’ 
Umarım bir gün sen de bize katılırsın 

And the world will live as one 
Ve dünya yekvücut olarak yaşar