Sayfalar

26 Ağustos 2013 Pazartesi

bugüne ve yarına dair

Aşağıdaki bölümü göçebe günler'e yazdığım bir yazıdan kopyalıyorum. Tam da bu bloga uygun çünküm, burada da dursun istedim.

...
özellikle son 1 yılın sonucunda, -tam da şu anda- bugüne ve yarına dair neler geçiyor aklımdan biliyor musunuz?

Büyük çoğunluğumuzun hayatlarını boş yere harcadığı,

Sadece ve sadece kiramızı ve faturalarımızı ödeyebilmek, beslenmek ve barınmak için, yani sadece olmazsa olmaz temel gereksinmelerimiz için tüm hayatımızı ipotek altına alıp boka çevirdiğimiz,

7 iş değiştirdikten sonra ve ailem ve arkadaşlarım vasıtasıyla yüzlerce 'iş' hakkında edindiğim bilgilerin bir toplamı olarak iş hayatının -ve aslında tüm sistemin- tam bir fiyasko olduğu,

Bütün bunların hem sebebi, hem de sonucu olarak, aşırı ve gereksiz tüketimimizi gördüğüm,

Dünyanın, sadece insanların keyfi için kaynakları yağmalanası bir yer olmadığı, tüm canlılarla birlikte bir bütün olarak yaşamaya başlamamız için yarının çok geç olduğu, hepimizin acil kendi adımlarını atması gerekliliği,

Doğadan ve topraktan kopuşumuz ile kendimizden kopuş arasında çok önemli bağlantı olduğu, hatta belki de bu ikisinin tam da aynı şey olduğu,

Doğal yiyeceklerle beslenmenin hem vücut, hem zihin, hem de ruh açısından çok ama çok önemli olduğu,

Bu 'doğal yiyecekleri' mümkünse kendimizin de yetiştirmesinin çok daha iyi olduğu,

Hayatta sırtımıza binen tüm sorumlulukların bizi kamburlaştırdığı, çökerttiği, çöktükçe kafamızı kaldırıp bakmanın iyice zorlaştığı ve hatta imkansızlaştığı; bu nedenle kaybettiğimiz her dakikanın işleri daha da zorlaştıracağı,

Kendimizi bulabilmek için -mümkünse- tüm sorumluluklarımızdan sıyrılmamız gereken bir zaman dilimini kendimize borçlu olduğumuz,

Yazmanın -galiba- kendimizi bulabilmek için yapılacak en önemli alıştırma olduğu,

Başka bir dünyayı hayal etmenin bizi bir yere götürmeyeceği, hemen şimdi harekete geçmemiz gerektiği; Mülksüzler'de dendiği gibi devrim yapılamayacağı, devrim olunabileceği; kendi 'başka bir dünyamızı' hemen şimdi inşa etmeye başlama gerekliliğimiz,

Aynı minvalde, Gandhi'nin dediği gibi dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmamız gerektiği,

Vermenin güzelliği ve almaktan da korkmamanın önemi,

Kendine yeterliliğin büyük bir yanılsama olduğu gerçeği,

Hayatın topluluklar içinde ve dayanışma/birbirimizi tamamlama ile güzel olduğu gerçeği,

Tükettiklerimizle bağımızın kuvvetlenmesinin önemi,

...

gibi şeyler geçiyor işte. Neredeyse her anım, tüm zamanım bu düşünceler ve türevleriyle geçiyor. Hiç de şikayetçi değilim. Yazıya başlarken bunları yazmak gibi bir niyetim yoktu ama akıverdi kendiliğinden.

'Yarın'a geliyorum şimdi de nihayet. Ama bu kısmı -umarım- kısa tutacağım.

Yarınımın bana ne getireceğini çok iyi bilmiyorum. Ama artık bir vizyonum var. Belki asla ulaşamayacağımız, belki de kısa bir süre sonra mümkün olacak, ama ne olursa olsun bu yönde kafa patlatmaktan ve fikir üretmekten vazgeçmeyeceğimi sandığım vizyonuma göre, devletlerin ve tabii ki mülkiyetin olmadığı, birkaç yüz kişilik topluluklar halinde yaşadığımız, paranın zamanla ortadan kalktığı, herkesin sevdiği ve keyif aldığı işleri yaptığı ve tam da bu sayede kimsenin aslında 'çalışmak' zorunda kalmadığı; insanların keyif alarak ürettiklerini 'armağan ekonomisi' kapsamında özgürce ve fütursuzca birbiriyle paylaştığı, biriktirmek, yarını sağlama almak gibi kaygıların olmadığı bir toplum yaratmak gerekiyor.

Bu, elbette ki benim yapabileceğim bir şey değil, olacaksa kendiliğinden olacaktır.

Peki kendi hayatımda ne istiyorum, bir nevi misyon yani. Aslında yukarıda yazdıklarımın mikro halini uygulamaya koyabilmek istiyorum. Sayısını bilmesem de, galiba en azından 10 kişi ile, zamanla kendine yetecek kıvama gelen, teknoloji gibi konular haricinde dışarıdan herhangi bir 'mal' almak zorunda kalmayan, kendi yağında kavrulan, (satın almak zorunda kaldığı şeyler için ve seyahat masrafları için çok az miktarda para kazanması gerekebilir ya da sabit bir gelir varsa, bu kullanılabilir) elbette ki doğayla uyumlu yaşayan, tüm bunları yaparken dışarıyla iletişimini de kesmeyen ve diğer insanlara, topluluklara ilham veren, aynı şekilde sürekli öğrenen, iş bölümünün doğal yollardan, yani kişilerin ne yapmak istediklerinden yola çıkarak gerçekleştiği, büyümeye, değişmeye, gelişmeye her daim açık, -meli -malı'ların barınmadığı, grup içinde de mülkiyetçi olmayan bir topluluk oluşturmak, diye özetleyebilirim. Tabii buradaki her bölümün üzerinde uzun uzun konuşmalı, tartışmalı, fikir yürütmeli vs. Ama ana hatlar bunlar sanki...

Evet benim varmak istediğim yer bunun gibi bir şey işte. Topluluk oluşturma konusu, son zamanlarda birçok kişinin hayali ve her geçen gün bu kişiler arasında iletişim artıyor. Mesela dün Begüm'le bir grup oradan-buradan bu yönde hayalleri olan insanlar olarak buluşsak, toplansak diye düşündük ve Ekim'de bir toplaşma organize etmeye çalışıyoruz. Şimdiden çok heyecanlıyım ve farkında olmadan bu toplantı için ilk çalışmamı da, yukarıda sizlerin huzurunda yapmış oldum.

...

23 Ağustos 2013 Cuma

Doğru mu?

Biz 7-8 ay önce 'Doğru mu, Cesaret mi?' oyununun sadece 'Doğru' kısmını oynamıştık. Oyunun ötesinde çok keyifli sohbetlere de yol açmıştı. Bir de kendine dönmeni sağlayan tip sorular çıkmıştı. O gün bugün paylaşasım vardı da, şimdi notlarımı, defterleri falan temize çekme işlemi ile uğraşırken bunları da aktarayım, istedim. Belki birilerinin oynamasına ya da kendine sorular sormasına vesile olur.

Özellikle dikkatimi çeken ve not ettiğim sorular şunlardı:

- Hayatında yapmayı en çok sevdiğin şey ne?
- Hayatında en pişman olduğun şey ne?
- Son zamanlarda en mutlu hissettiğin an?
- Hayattaki en büyük korkun ne?
- Son zamanlarda en coşkulu hissettiğin an?
- "İyi ki yapmışım" dediğin şey?
- İçimizden birine bir itirafta bulun (Şimdi tam anlamadım bunu)
- İçimizden birini öldürmen gerekse kimi öldürürdün?
- Şu an bize ne anlatmak istiyorsun?
- 1 aylığına dünya dursa, (veya 1 ay sonra tekrar bugüne dönebilecek olsan) ne yaparsın?
- Bir odaya kapatılsan, alacağın 4 şey?
- Hayatında en sevdiğin yaşın?
- Aramızdan biriyle sevişecek olsan kiminle sevişirsin?
- Aklına gelen, düşündüğün bir kötülük?
- Hayatının bir döneminde mutlaka yapmayı planladığın bir şey?
- 'Başıma bu geleceğine öleyim daha iyi!' dediğin bir şey?
- Bir insandaki en büyük erdem?

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ateyizler bunları da açıklasın

bir değil, iki değil; dayanamayıp paylaşıyorum artık bir kısmını:

- Geçenlerde bi akşam öylesine aklımdan Truman Show filmi geçti, hiçbir neden yokken. Ertesi gün bir ara Elif'le yazışıyorduk ve önceki gün nihayet Truman Show'u izlediğini söyledi bana. İzlediği saati sorduğumda, benim aklımdan filmin geçtiği saatlerde olduğunu gördük.

- Yine Elif'le konuşuyorduk (galiba birkaç gün sonra falan). Önceki gün bi' arkadaşından nihayet 'Mülksüzler' kitabını geri aldığını söyledi. Aynı gün ben de Mülksüzler'i tekrar okumaya başlamıştım.

- Bu pek bomba: Burcu'nun -telefonumda kayıtlı olan- eski sms'leri durup durup tekrar geliyor (bi ara da Hülya'nınkiler, bi de bi ara Elif'inkiler gelirdi böyle), bunu zaten hiç anlamış değilim de... Neyse... Dün içimden 'Soldan güneş yükseliyordu güney'e giderken' şarkısını mırıldanıyordum. Sonra telefona bi baktım, Burcu'nun geçen yıl Ekim'de falan (ya da Kasım) attığı bi sms: Son cümlesi 'Soldan güneş yükseliyordu Güney'e giderken)

Zaten -özellikle bi ara inanılmazdı- Burcu'nun her aklımdan geçişinde, ona e-posta atışımda falan ondan ya SMS gelir, mail gelir, bi'şey olur...

- Birkaç ay önceden bombaların bombası: Begüm geçti aklımdan bir gün. Çok alakasız ve daha önce hiç muhabbetini yapmadığımız bir şekilde Dalyan'da pazara gidiyor mudur, orada pazar var mıdır gibi şeyler geçti aklımdan. Ama şimdiye kadar böyle bir şey hiç konuşmamıştık, ayrıca Begüm'le çok sık konuşuyor falan da değiliz. Sonra küt diye upuzun bi SMS geldi ondan, bir sürü şey anlatmış falan ama işin en ilginç tarafı SMS'in içinde bir yerde 'bugün pazara gittim de...' diye başlayan cümleydi.

- Bu da sonuncusu olsun: Zaten 'yuh artık' diyip bunları yazmaya başlamama neden oldu. Az önce aklımdan yine Begüm'e 'İstanbul nasıl geçiyo?' diye sormak geldi de yazmadım. Birkaç dakika geçti ve şununla başlayan bir ileti geldi ondan: 'Çok iyi geldi bana İstanbul yaa.'

6 Ağustos 2013 Salı

Mülksüzler'den...

Bugünlerde ikinci kez okuduğum ve herkese çok çok önerdiğim Mülksüzler'in altını çizdiğim kimi kısımları:

'Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.'

'İnsanın sevmediği bir işi yapması ahlak dışı değil miydi?'

'Düşüncenin doğasında iletilmek vardır: yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı ara, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür.'

' "Yalnızca kendi inisiyatifnizle mi?" dedi Oiie.
  "Bu, tanıdığım tek inisiyatiftir," dedi Shevek, gülümseyerek, büyük bir açık sözlülükle.'

'Geri dönmeyen, ya da haberlerini iletecek gemileri göndermeyen kaşif, kaşif değildir, olsa olsa bir maceracıdır; oğulları da sürgünde doğar.'

'... altına inmeyecekleri bir sınır vardı: Kent öncesi, teknoloji öncesi kabile yaşamına dönmeyeceklerdi. Anarşizmlerinin çok ileri bir uygarlığın, karmaşık, çeşitlilik içeren bir kültürün, dengeli bir ekonominin ve yüksek bir üretim hızıyla malların çabuk aktarımını sağlayabilecek son derece endüstrileşmiş bir teknolojinin ürünü olduğunu biliyorlardı.'

'Aşırılık dışkıdır.'

'Sınav sistemi ona anlatıldığında çok şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istendiğinde geri kusma dizisinden daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu.'

'Bazıları herkese aynı notu vermesine karşı çıktılar. ... Eğer rekabetçi ayrımlar olmayacaksa, hiçbir şey yapmamak daha iyiydi.'

'... kapitalizmin bütün işlemleri ona ilkel bir dinin ayinleri gibi anlamsız, barbarca, karmaşık ve gereksiz geliyordu.'

'... metrelerce lüks, metrelerce dışkı.'

'Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.'

'... biz Odocular için araç amaçtır.'

'Zorlama, düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur.'

'Düşünceler baskı altına alınarak yok edilemez. Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir.'

'Değişme özgürlüktür, değişme yaşamdır. ... artık hiçbir şey değişmiyor! Toplumumuz hasta!'

'... bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz.'

'Kalbi karartan, gereksiz çalışmadır.'

'Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki, yaşamının geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı, ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir.'

'... mektuplar açık giderdi. İnsanlara okuyamayacakları bir mesajı taşıtmaya hakkınız yoktu.'

'Barışa yalnız barış yoluyla ulaşılabilir, yalnız adil eylemler adalet getirebilir.'

'Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.'

'Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak.'

'Küçük çocuklar metin oluyorlar. Kafalarını çarpınca ağlıyorlar, ama büyük şeyleri olduğu gibi kabul ediyorlar, birçok yetişkin gibi sızlanıp durmuyorlar.'

'Süreç vardı, süreç her şeydi.'

'Aklınızı hak etmek, kazanmak gibi fikirlerden arındırın, ancak o zaman düşünebileceksiniz.'

'Eğer hepimiz aynı fikirde olursak, hepimiz birlikte çalışırsak bir makineden farkımız yok demektir.'

'... anarşistlerden korkan bir anarşist toplum ne işe yarar?'

'Ama her yaşam, başlı başına her yaşam yeni değilse, neden doğuyoruz?'

'Farklı güneşlerin ışıkları farklıdır, ama tek bir karanlık vardır.'

3 Ağustos 2013 Cumartesi

'Peki ne yapmalıyız?' konusu

Ön not: Bu yazı 05.08.13'te Yeşil Gazete'de de yayınlandı. http://www.yesilgazete.org/blog/2013/08/05/peki-ne-yapmaliyiz-konusu-emre-ertegun/
-----------------------------------------------------
Bugünlerde yine genel ülke gündeminden, Gezi'den falan çok koptum. Dün, Gezi direnişinde aktif olan bir arkadaşıma şöyle yazdım:

'bi yandan ne saçma di mi? hani bugünkü yazımın perspektifinden bakınca.. ne alaka, ne saçma sapan işler... yani olan biten çok saçma ve verdiğimiz tepkiler çok meşru elbette.
ama niye bunlarla uğraşıyoz la'

Öyle yani, ben şu sıralar -ve aslında Haziran ayını ayrı tutarsak son bir yıldır- enerjimi diğer kısma vermeyi tercih ediyorum; yani 'Peki ne yapmalıyız?'a. Sürekli olarak karşıtlıklar ve itirazlar üzerinden gittiğimizde bir yere varamadığımızı düşünüyorum çünkü bir süredir. Ama yok, yanlış da anlaşılmasın, ben de uzun bir süre öyle ya da böyle o mücadelenin içindeydim, hala da tam olarak kopmuş sayılmam; yani yadsıyor değilim, hatta çok gerekli olduğunu da düşünüyorum. Ama bir yandan da düşlediğimiz dünyayı kurmak üzere adımlar atmamız gerekiyor galiba. Yani ya bir çeşit iş paylaşımı oluşmalı, ki oluşuyor, ve iki taraftan da çalışmalarımız sürmeli, ya da iç iş bölümü ile, zaten bu süreçte çoğunlukla evde zor tuttuğumuz %50'mizi mücadeleye ayırıp kalan %50 ile de kendimizi ve yaşamımızı değiştirmeye başlamamız yerinde olabilir. (yaşasın siyasi göndermeler)

Giremiyorum konuya, neresinden tutacağımı bir bilsem...

... ... ... ...

Ya aslında söylenmedik şeyler söylemeyeceğim elbette. Bir kısım insan -ve kısmen ben de- uzun süredir bas bas bağırıyor zaten 'uyanın!' diye. Bunları tekrar özetlemekten fazlasını yap(a)mayacağım zaten. Bir de, bir zamanlar bu blogdaki bir yazımda da yazmıştım (1), en büyük sorunlardan biri de şu belki: Mesela okuyoruz bir yazıyı veya dinliyoruz birini veya içimizden bir şey, bir fikir dürtüyor bizi; heyecanlanıyoruz, acayip onaylayarak kafa sallıyoruz, 'hıı hıı' diyoruz, 'hakkaten abi yaa' diyoruz, 'n'apıyoruz biz böyle yaa' diyoruz; sonra 5 dakika sonra bunları unutup kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdiki zaman kullandığıma bakmayın, ufaktan bu cümlelerin kiplerini geçmiş zaman'a çevirmek lazım galiba, zira hala devam eden ve anlaşılan kolay kolay sönümlenmeyecek olan 'Haziran direnişi' (bu söylemi de pek sevdim bu arada) sürecinde kafa salladığımız fikirler, uygulamalar hayatımıza sızmaya başladı artık. Dayanışma ruhunu, 'bir' olma hissiyatını içselleştirmeye başladık; kafamızı nereye çevirsek 'armağan çemberi' uygulamalarının vuku bulduğunu görüyoruz; -en azından bir kısmımız nihayet- AVM'lerle olan ilişkilerini kesti ya da ciddi sınırlar koydu; dahası genel olarak tüketici kimliğimizi ve tükettiklerimizi sorgulamaya başladık; armağan ekonomisi, paylaşım ekonomisi gibi kavramlar havada uçuşuyor, hepimiz 'verme'nin güzelliğini gördük, bununla da kalmayıp 'alma'yı, 'isteyebilme'yi de deneyimliyoruz; 'kendine yetme' ilüzyonundan kurtulmamız an meselesi; hayatın güzelliğinin paylaşmakta ve topluluk olma bilincinde yattığını tam olarak idrak etmemiz de...

Bu 'topluluk olma' konusu ve dayanışma ağları çok mühim işte. Benim hayalim -tüm detayları netleştirmiş değilim elbette ama- Bolo Bolo (2)'da anlatılan dünyaya yakın bayağı, birkaç yüz kişilik kabileler (bolo'lar) halinde yaşadığımız yönetimsiz bir sistemi inşa etmek. Bu hayali, 'vizyon' olarak bir kenara koyuyorum; o vizyona gitsin-gitmesin, birçok kişinin artık hemfikir olduğunu sandığım paylaşma, dayanışma, tüketmeme üzerinden gidince bile -elbette öyle bir isteğimiz varsa- bireysel çıkış yolunu bulabiliriz ya da bulma yönünde önemli adımlar atabiliriz.

Tam burada, kafamda 2 seçeneğin yanıp söndüğünü görüyorum ve bunları ayırmakta fayda var. Bir tanesi kırsalda oluşturacağımız, kendine yetme hedefi olan topluluklar oluşturmak. Bu çok meşakkatli, uzun soluklu, zorlu bir yolculuk. Dünyada başarılı bir şekilde işleyen birçok eko-köy (3) var; artık Türkiye'de de bu konuda gelecek vaat eden örnekler görmeye başladık. Çok yakın gelecekte iyi örgütlenmiş, kendine yeterlilik yolunda çok önemli aşamaları kat etmiş örnekleri göreceğimizden hiç şüphem yok; bunlardan birinde yer alacağımdan da öyle. Ama bu konuyla ilgili kafamdaki karmakarışık verileri, fikir ve hayalleri ayrı bir yazıda toparlamaya çalışırım belki bir ara.

Şu an içinse, daha bi' şehir kafasına yönelik çıkış yolu arayışlarına destek olmaya çalışayım, istiyorum. Gerçi bunları böyle keskin bir şekilde ayırmak da doğru değil belki; birbiriyle o kadar da kopuk değil bu süreçler. (4) Neyse yazdıkça şekillenir...

Şuradan alıyorum. Son zamanlarda daha büyük bir kısmımızın hemfikir olduğu üzere 'tüketim' konusu mühim ve tükettiğimizin çok büyük bir kısmı ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmıyor. Hatta bunun da ötesinde bizi mutlu da etmiyor. Daha fazla tüketim daha da fazla tüketme isteğini körüklüyor, ve bu döngüden kurtulamıyoruz. Daha fazla tükettikçe, tükettiklerimizin kıymetini de bilmiyoruz. Galiba en önemli ama bu yazının biraz kapsamı dışına çıkan kısmına gelince de, üretici-tüketici ilişkisi tamamen kopmuş durumda. Bu da, yediğimiz-içtiğimiz ürünlerin nasıl üretildiklerini, içlerindeki ilaçları, hormonları gözden kaçırmamıza; özellikle kıyafetlerimizin veya elektronik ürünlerin üretim süreçlerinde zehirlenen, kanser olan ve hatta hayatlarını kaybeden işçilerden, çöplüğe dönüştürülen nehirlerden, derelerden haberdar olmamamıza neden oluyor. Bu konu çok büyük ve hem benim bilgi sınırlarımı, hem de bir blog yazısının kapsamını aşar. (5) O yüzden burada bırakıyorum ama bütün bunları her zaman aklımızın köşesinde tutalım lütfen.

Evet tüketim konusu mühim. İhtiyaçlarımızı ve ihtiraslarımızı birbirinden ayırdığımızda, aslında yaşamın o kadar pahalı olmadığını da fark ediyoruz. Mesela bilen bilir, geçen sene bir grup insan Bayramiç'in Ahmetçeli köyünde bi kamp yaptık. (6) Orada yiyecek-içecek işini ortak alışverişle hallettik ve 3 öğün yemeğin yanı sıra bir sürü bisküvi-çikolata gibi gereksiz, sağlıksız ve pahalı ürünler de tüketmemize rağmen, günde kişi başı 7 TL (evet, yazı ile yedi türk lirası) harcadık. Evde yemek yediğimizde ve ambalajlı -ve kaçınılmaz olarak katkı maddeli- maddeleri mutfağımızdan çıkardığımızda hem daha ucuz, hem de daha sağlıklı besleniyoruz. Zaten o hazır çorbalar da neyin nesi; peki sarımsağı bile soyup doğrama/ezme zevkinden feragat edip hazır kesilmişini almalar; hadi bırakın onları, aynı markanın aynı peynirini aynı marketten hazır ambalajlısını alarak ortalama %50 daha fazla ödemeler...

Gıda harici tüketime verilen akıl almaz paralar hepten iç burkucu. Sürekli yenilediğimiz bilgisayarlarımız, laptoplarımız, tabletlerimiz, telefonlarımız... Gerçekten de hep yenisini almamıza gerek var mı yahu? Yani tabii ki yok da, soruyorum işte öylesine. Peki mesela niye hemen her birimizin en az 5 pantolonu, onlarca tişörtü, kazağı, gömleği var ki? Peki cinsiyetçilik gibi olmasın ama özellikle kadınların onlarca çift ayakkabılarının olması, onlarca da çanta... Neden her yıl gardrobumuza yeni bir şeyler katmaya çalışıyoruz ki? İddia ediyorum, çok küçük bir kısmımız hariç, orta gelirli ortalama bir yetişkinin şu anda dolabında olan kıyafetleri onu bir ömür boyu giydirir; itirazı olan var mı? 'Peki ya moda?' mı dediniz? Hıh!.. Demeyin abi bence, demeyin... Şimdi yukarıdaki iddiamda haklıysam, bir ömür boyu kıyafet harcamanız olmayacak demektir mesela, hadi çok az bir harcama koyalım yine. Ama gerçekten çok az... Teknolojiye verdiğimiz bir sürü gereksiz paranın detaylarına girmeyeceğim şimdi. Yazı çok uzadı ve daha söylemek istediklerim bitmedi.

Bu aralar ne mutlu ki çok yaygınlaşan paylaşım ekonomisine (7) de azıcık giriş yapıp bağlamak lazım artık. Artık neredeyse ihtiyacımız olan her şeyi başkalarından bedelsiz olarak bulduğumuz (freecycle, verrr, esyakutuphanesi vb.), zaman karşılığında hizmet değiş tokuşu yaptığımız (zumbara), yol arkadaşı bularak masrafları paylaştığımız (ucuzagidelim, ortakaraba vs.), gittiğimiz yerlerde ücretsiz konaklayabildiğimiz (couchsurfing vs.) gibi web siteleri, çok hızlı sirkülasyonu olan bebek kıyafetlerinin değiştirildiği facebook grupları (Bebekİmece vs.), Gezi direnişinden sonra daha da yaygınlaşan takas şenlikleri, hatta takasla da kalmayan, ihtiyacın olanı hiçbir şey getirmeden bile alabildiğin etkinlikler var.

Bütün bunları, yani gerek bir sürü harcamamızın aslında gerekli olmamasını ve gerçek ihtiyaçlarımızı karşılamamızın aslında o kadar da pahalı olmamasını, gerekse paylaşım ekonomisi örneklerini alt alta koyduğumuzda çok az para harcayarak yaşayabiliyoruz aslında. Mesela ben son dönemde bir adet akıllı telefon ve 512 gb.lık hard disk bile buldum dostlardan, varın siz düşünün. Yani aslında kişisel bağlantılarımız ve paylaşım ekonomisine yönelik web sitelerini kullanabiliyor olmamız çok önemli.  Bir de göçebe olarak, yani evsiz ve faturasız yaşamanın da avantajıyla, sanırım ayda ortalama 300 TL'den fazla harcamadığımı da paylaşmak istiyorum.

Uzadıkça uzuyor... Daha az tüketimin aynı zamanda bu kokuşmuş sistem için en büyük ve aslında tek tehdit olduğundan, dayanışma ile kuracağımız toplulukların bizim gerçek sigortamız olduğundan, yukarıda anlattığım gibi aslında çok da fazla paraya ihtiyacımız olmadığında şimdilik daha az, zamanla hiç çalışmadan yaşayabileceğimiz bir dünya kurabilme potansiyelimizden ve tahayyüllerden bahsetmedim bile.

Neyse bitsin şimdilik. ((: Zaten dipnotlar bile var bu sefer, akademikleşiyor muyum ne... ((:

(1) Bahsi geçen yazı http://icimdensohbetler.blogspot.com/2013/01/unutmak-ve-alsmak.html
(2) 'Bolo bolo' adlı kitap http://www.kaosyayinlari.com/index.php/bolo-bolo
(3) 'Ekoköyler' dahil olmak üzere Sinek Sekiz Yayınevinin tüm kitapları  http://sineksekiz.com/sineksekizkitaplari/
(4) Son zamanlarda okuduğum en keyifli röportajlardan biri, yukarıda yazmış olduğum ayrıma da değinilmiş   http://www.yesilgazete.org/blog/2013/07/19/durukan-dudu-politika-yapana-isin-gucun-yama-demem-komun-kurana-da-tek-basina-kurdun-da-ne-degisti-dedirtmem/
(5) Story of Stuff'ın videosu, izlemeyen kaldı mı ki? (20 dk.lık ve Türkçe altyazılısı 3 bölümden oluşan videonun ikinci ve üçüncü bölümlerine de açılan ekranın sağından ulaşabilirsiniz)  http://www.youtube.com/watch?v=_RoLW7Okkjw
(6) Bahsi geçen kamp günlerini merak edenlere http://gocebegunler.blogspot.com/2012/10/gezijam-pilot.html
(7) Türkiye'deki örneklerin başlıcalarını toplayan bir yazı http://blog.zumbara.com/turkiyeden-paylasim-ekonomisi-ornekleri/

2 Ağustos 2013 Cuma

"Ne gerek var abi?"

İki önceki yazımda 'Büyük olan yanlıştır' diye bir şeyler gevelemiştim. Yok, gevelemiştim dediğime bakmayın, yazdıklarımın arkasındayım da böylesine konularda deneme yazıyor olmak işi çok basitleştirmişim gibi hissetmeme yol açıyor, ondan. Gerçi sorun da bu değil mi? İşlerin, tüm yaşamın çok karmaşıklaşması...

Basitleşmemiz, küçülmemiz gerektiğini düşünüyorum. Şu anda bildiğimiz, kafamızı, gündemimizi meşgul eden neredeyse her şeyin, yanlış meşguliyetlere yol açtığını, beynimizi işgal ettiğini öne sürüyorum. (Bu arada 'işgal' ve 'meşguliyet' kelimelerinin aynı kökten geldiklerini de an itibariyle fark ediyorum, ki konumuzla hiç ilgisi yok.)

Bir an duralım ve kendimize bakalım, olmaz mı? Dertlerimiz ne, neyi sorun ediyoruz, ne gibi endişelerimiz var? Gelecek endişesi, faturalar ve ekstreler, ödenmesi gereken krediler, -varsa- çocuğun masrafları vs. en önde gelmiyor mu çoğumuz için? Hemen sonrasında iş yerindeki mutsuzluğumuz, 'ilerideki rahat yaşam' (apayrı bir tartışma konusu, biliyorum) için bugünden verdiğimiz tavizler, satın almamız gereken ve yoksunluğunu hissettiğimiz eşyalar falan... Bunlarla kalsa iyi, bunlar sadece kişisel gündemimiz. Ülke ve dünya sorunları, yönetimle ilgili hoşnutsuzluklar, vergiler, çatışmalar, savaşlar, ölenler, sürünenler, açlık, sömürü, haksızlıklar... Bitmez ki...

Tamam, sıkıcı bir yerde durduk, geçiyoruz. Şimdi bir de hayatta gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri düşünelim. Olmazsa olmazlarımız barınma, güvenlik, beslenme; hemen ardından sosyalleşme, sonrasında cinsellik vs... Sıralama çok önemli de değil şu anda bu yazı için (ama yine de isteyenler, bunları daha derli toplu anlatan Maslow'a kulak verebilir), vurgulamak istediğim şey aslında bizi mutlu edecek şeylere ulaşmanın o kadar da zor olmaması gerektiği. Yaşamın bu kadar mücadele edilmesi gereken bir alan olması ise gerçekten sistemin kocaman bir aldatmacası sanki...

Şimdi dönüp bir önceki paragrafı okuduğumda kafamda sadece kocaman bir soru cümlesi oluşuyor; arkada beyaz fon, siyah harflerle ve galiba Times New Roman veya Arial ile yazılmış: "Ne gerek var abi?"

Gerçekten de bunca koşuşturmaya ne gerek var? Bu kadar mücadele etmeye ne gerek var? Mutsuz olmalara ne gerek var? Bu depresyon niye? Bu iç sıkkınlıkları niye? Değiyor mu peki bütün bunları yaşamamıza?

'Ne yapmalı?' kısmına yine gelemedim; sanırım -ve umarım- sonraki yazı(lar)da...