Sayfalar

28 Eylül 2017 Perşembe

dizginler

Çizim: Ayşe Gökçe Bor*
Uzun zamandır hayatımın dizginlerini büyük oranda elime almış; üstüme yapışmış alışkanlıklardan, öğrenilmişliklerden epey sıyrılmış durumdayım (ya da öyle sanıyorum :). Gerçi eski ezberlerden sıyrılırken yenilerine tutunduğumu fark ettiğim zamanlar olmuyor değil. Dahası, farkına varmadığım ve henüz kurtulamadığım eski ezberlerim ve yine farkına varmadığım yenileri de vardır muhakkak. Dolayısıyla dizginleri bir ölçüde onlarla paylaşıyorum(dur); niyetim ise mümkün olan en çoğunu, tercihen tamamını elime almak ve elimde tutabilmek.

Almakla tutmak aynı şey olmayabiliyor; zira günbegün, anbean değişiyor, güncelleniyorum; yeni sürümlerim ortaya çıkmak istiyor. Bu değişimlere ne kadar bırakabiliyorum kendimi, ne kadar -eskiden kalan veya yeni ürettiğim- sabit kimliklere tutunuyorum? Dizginler hâlâ elimde mi, yoksa kaptırdım mı; sabit kimliklere, alışkanlıklara, korkulara?..

Eski derimden sıyrılıp tazecik yenisiyle hafifçe süzülebiliyor muyum kabuk değiştiren sürüngenler gibi?

Ne kadar az tutunursam o kadar güzelleştiğimi görüyorum. Zira en güncel hâlim en güzel hâlim, çünkü en güncel hâlim şu an'da ortaya çıkmak isteyen ben'i yansıtıyor (geçen yıl aldığı kararları uygulamaya çalışan ben'i değil). Bundan uzaklaştığım her adımda daha az güzel oluyorum; çünkü ben ben olmaktan uzaklaşıyorum, çünkü eski ben'e tutunuyorum; çünkü maskeler takıyorum, bilerek ya da bilmeyerek...

İstediğim şey ise parlamak, çok güzel olmak! Başkalarıyla karşılaştırmalı bir güzellikten değil, kendimin olabilecek en güzel, yani en gerçek, en otantik, en doğal hâline anbean ulaşmaktan bahsediyorum.

Buna erişebilmek için farkındalığımı artırmam gerekiyor. Farkındalığımı artırırsam otomatik davranışları, öğrenilmişlikleri, ezberleri, aldığım kararları değil, -her zaman doğru yönü gösteren tek pusula olan- an'daki kendimi, kendiliğindenliğimi takip ederim. Tutarlılık mikrobuna bulaşmadan, her gün yeniden doğan ben'i izlerim; neye yöneldiğimi, ne istediğimi, kalbimin ne için çarptığını -yeniden ve yeniden!- anlamaya çalışırım.

Bunun için hep tetikte, kendim'de kalmam lâzım. Dizginleri elinde tutmak, eline almaktan daha kolay değil. Toplum, kurallar, öğrenilmişlikler, içimdeki eleştirmen, ... , hepsi pusuda bekliyor beni hizaya getirmek için. Bense kendi yoluma gitmek istiyorum, nereye çıkarsa...

Hep tetikte kalmaya niyet ediyorum; dizginleri sadece ve sadece kendiliğindenliğime bırakmak için...

* Ricamı kırmayıp bu yazı için çizim yapan can'ım Ayşe Gökçe Bor'a kocaman kocaman kalpler...

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com

9 Eylül 2017 Cumartesi

Hey gidi Karadeniz - 2

Yolculuğun ilk üç gününe şuradan ulaşabilirsiniz efendim: Hey gidi Karadeniz - 1

***

Gün 4

Dün gök üstümüze boşalmıştı ve çadırlara kaçmış ve erkenden yatmıştık. Bugün ise hava çok sakin, güneşli, bulutsuz... Bu hızlı değişimler beni hep şaşırtıyor. Gerçi biz de böyle değil miyiz? Bir an dünyalara küsebiliyorken, yarım saat sonra veya ertesi gün ortalık güllük gülistanlık olabiliyor.

Hislere çok bağlanmama gerekliliğini, gökyüzü olduğumuza ve hislerin gelip geçen bulutlar olduğuna dair metaforla anlatırlar ya; ne kadar da yerinde... Gözlemci olarak kaldığımız, nefes almayı unutmadığımız sürece her şey geliyor ve geçiyor. Sevinçler ve üzüntüler, sevgi ve korku, neşe ve keder ve diğer tüm ikilikler birbiri ardına geliyor, gelebiliyor. Ve zaten biri olduğu için diğeri var, bunu da akılda tutmak iyi geliyor bana.

Sabah erkenden kalkıyorum ve bizim kızların yanına gidiyorum. Dün akşam ne yapacağımızı, ne şekilde hareket edeceğimizi netleştirememiştik. Öğreniyorum ki Trans Kaçkar işi büyük bir ihtimalle iptal olacakmış. Dün saatlerce boşuna mı konuştuk ((:

Dursun abi tüm ekibi topluyor ve -kendiliğinden- çember formunda diziliyoruz. Dünkü tufanı hatırlatarak söze giriyor ve hava tahminlerine göre bu akşam da bir benzeri olabilirmiş. Bu durumda Naletleme'den geçmenin çok yıpratıcı olabileceğini ama kararı bizlerin vermesini istediklerini ifade ediyor. Onlar zorlu şartlara daha alışkın zira, "plan devam" dersek devam ederler. İsteyenler söz alıyor ve fikirlerini paylaşıyor. Epey güzel bir karar alma süreci ilerliyor, buna pek seviniyorum. Derken, oluşan iki güçlü alternatif arasında oylama yapma önerisi geliyor, uygulanıyor; "Ahh," diyorum, "bunu yapmasak daha iyiydi." Temsili demokrasi, genellikle çoğunluğun dediğinin olması ve azınlığın sesinin kısılması anlamına geldiğinden, oylama olayını pek sevdiğim söylenemez. Ama yine de genel olarak güzel yürüdü süreç ve neredeyse oy birliğiyle ne yapacağımız belli oldu: Borçka - Karagöl'e gidecek ve bu geceyi orada geçireceğiz; yarın ise faaliyet bitiyor ve dönüş günü zaten. Biz ise bu durumda, normal plandaki Kavron yerine Borçka taraflarında takılacağız fazladan birkaç gün.

Katırlar bu zorunlu işbirliğine dair nasıl hissediyorlardır acaba...
Kararı aldıktan sonra yavaşça kahvaltılar yapılıyor, aheste bir şekilde toplanılıyor, son fotoğraflar çekiliyor ve hoopp yola düşüyoruz. İstikamet önce Olgunlar, hani ilk gece kampladığımız yer. Bizim ekipten Burcu bu sefer çantasını katıra verdi; çıkışta çok zorlanmıştı ve sağ olsun diğer katılımcılar (en çok da Bahadır) destek olmuştu.


inişte bi' ara, grubun büyük kısmı bir araya gelmişken...
Vadiden aşağı doğru, çıktığımız güne göre daha rahat bir yürüyüş yapıyoruz. Grup bir arada değil, bölük pörçük yürüyor. Bu hem iyi geliyor (herkes kendi ritmine göre takılıyor) hem de kötü (grup bütünlüğünü sağlamamayı getiriyor sanki). Aynı yolu çıkarken de kısmen öyleydi, hele ki zirve yaptığımız günkü sıkıntımı zaten bir önceki yazıda anlatmıştım.

Grup bütünlüğü demişken, yine bir önceki yazıda yazdığım üzere, birkaç istisna hariç diğer katılımcılarla fazla ilişki kur(a)madım ve bu benim için kolay alışılabilir bir şey değil. Yan yana, arka arkaya yürüyoruz, keyifli bir tecrübeyi paylaşıyoruz ama tanışmamışız bile, isimlerimizi bilmiyoruz, iki lakırdı etmemişiz. Katıldığım etkinliklerde, buluşmalarda; diğerleriyle bağ kurmaya, göz göze gelmeye, onları duymaya ve onlar tarafından duyulmaya o kadar alışmışım ki yüzeysel bir ilişki kurunca ve hatta bunu bile yap(a)mayınca, olmuyor. Faaliyet boyunca bunun eksikliğini hissettim.

İniş, dediğim gibi, daha kolay geçiyor. Yolun bir kısmını Argın'la ikimiz yürüyor ve o ara epey derin bir sohbete dalıyoruz. Sohbetin ağırlıklı bir kısmı para konusunda dönüyor. Argın'la yıllardır birçok konu üzerine derin ve uzun muhabbetlerimiz var ama son bir-iki yıldır en çok da parasal konuları konuşuyoruz. Para kazanmak, edinmek, armağan ekonomisi, gönül bedeli, yaptığımız etkinlikler, elimize geçen ve geçmeyen paralar, hislerimiz, Argın'ın burs durumları vs. Bütün bunlar ve fazlası üzerinde, sanırım en az bir saat güzel bir sohbet ediyoruz. Güzel olmasına güzeldi ama o arada zihnim(iz) son derece aktif olduğu için, burayı ve bu ânı yaşayamadığımı(zı), geçen şu bir - bir buçuk saati ıskaladığımı(zı) fark ediyorum.  Yolun ilk kısımlarında da başka birkaç kişi ile epey bir sohbet etmiştik ve aynı durum oluşmuştu. Neyseki sonraki kısımlarda daha fazla susuyoruz ve daha fazla ândayız; etrafın, yürüdüğümüz yerlerin, vadinin, derenin ve dağların daha fazla farkındayız. Yine bol bol ahududu yiyorum, yine yaban mersinlerini ıskalıyorum; tarih tekerrür ediyor.

Ve Olgunlar'dayız. Grubun bir kısmı gelmiş, bir kısmı arkadan geliyor. Üç gündür ilk kez ağaç görüp seviniyorum; özlemişim! Birkaç saat burada takılıyor ve aracı bekliyoruz. Bu esnada mıhlama yiyor, çay içiyoruz ama hem bu mıhlama, tam olarak olması gerektiği gibi yapılmadığı hem de her geçen gün peynirden daha fazla uzaklaştığım için (ki beni yakından tanıyan ama son bir-iki yılda pek görüşemediklerim, bu durumu ufak çaplı bir şok ile karşılıyor) çok da keyif almıyorum. Bir de bir bardak çay için 1,5 TL vermekten memnun değilim. Neyseki güzel çay en azından! Bir de servis yapan genç çocuk pek tatlı, güler yüzlü...

Saatler geçiyor, bizi alacak olan araçlar geliyor; çantaları araçlara yüklüyor ve yola düşüyoruz. Önümüzdeki iki saat, hayatımın en kötü iki saatleri arasında ilk üçe sağlam bir giriş yapıyor. Hava çok sıcak, klima çalışıyor ama sadece kendini soğutuyor. Yeni ve modern minibüslerde açılır pencereler olmadığı için sadece üstten havalandırma ile çok az miktarda oksijenle buluşabiliyoruz; üstelik şoför abimiz yine coşuyor! Sürekli gaz-fren-gaz-fren-gaz-fren şeklinde kullanması ve virajları çok sert alması sonucunda midem ağzıma geliyor, başım kazan gibi oluyor ve resmen hayata küsüyorum. O an o yolculuğun bitmesi için her şeyi yapabilirim! (Her şeyi derken, ciddiyim) Ama bitmiyor; daha doğrusu öyle bir hissiyat ki hiç bitmeyecek gibi geliyor. Artık hayatımızın geri kalanı bu sanki: Korkunç virajlı yollarda, korkunç bir sıcak altında, korkunç şoförlerle gideceğiz sürekli. Cehennem, bundan daha kötü bir yer olamaz. Sadece yanmakta ne var, sıkıysa buraya gelsinler! Bana birbirinin aynı gibi gelen Karadeniz müzikleri de cabası.

Ama bitti valla! Ohh! İki saat bir şekilde -üstümüzden- geçiyor ve Yusufeli'ne varıyoruz. Kendimizi minibüsten dışarı attığımızda hemen herkesin benim gibi yamulduğunu fark ediyor ve tuhaf bir şekilde seviniyorum. En azından yalnız değilmişim bunu çeken. İnsanoğlukızı ne acayip varlık, tek acı çekenin sen olmadığını bilmenin rahatlatması ne garip bir hâl!

İşte orada bir çeşme var. Hırsla yüzüme suları çarpıyor, bir nevi suyla kendimi döverek kendime gelmeye çalışıyorum. Yeterli olmuyor, kafayı da sokuyoruz suyun altına ve biraz olsun ferahlıyoruz. Bir de güzel dondurma bulursak şimdi... (Dondurmayı çok sevdiğimi söylemiş miydim?) Dursun abiler bir çay bahçesine doğru gidiyorlar ve orada dondurma varmış! Yaşasın deyip gidiyoruz ama bir de bakıyoruz ki golf dondurma! Bir istisna* hariç yıllardır paketli-hazır-fabrikasyon dondurma yememişim, şimdi yemeye de hiç niyetim yok. İlçede kendi dondurmasını yapan olup olmadığını soruyoruz, önce bizi kaçırmamak için olmadığını söylüyorlar, sonra bakıyorlar ki yine de orada yemeyeceğiz, "haaa az ileride bir pastane var" diyorlar. Yine yaşasın! Biraz yürüyor, bir tane daha hazır dondurma (bu seferki algida galiba) satan yer gördükten sonra -danananam- işte orada, klasik bir pastane! Hemen soruyorum ve evet, kendileri yapıyorlarmış! Beş-altı kişi siparişlerimizi veriyor ve biraz sonra gelen bebekleri afiyetle yiyoruz. Sade ve kakaolu çok güzel, çilekli yine yalan! Tıpkı Giresun'daki gibi burada da çilekliyi aroma ile yapmışlar ve bence yenecek bir şey değil. Lakin ben hariç kimse takılmıyor; hatta ifade ettiğimde, kimse için fark etmediğini görüyorum. Ağız tadımız iyice bozulmuş gençler, dikkat! Çoğunluk ne yediğinin falan farkında değil.

* İstisna, en olmayacak grupla gerçekleşti hem de. Geçen yaz Bayramiç'te dört ekolojikgil arkadaş, fena hâlde aş erdiğimiz için dayanamayıp köy bakkalından bulduğumuz rezil dondurmayı (dondurma derken, lafın gelişi...) yemiştik. Off, insanların birçoğunun dondurma normunun artık bu olduğunu bilmek içimi acıtıyor.

Velhasıl sonunda epey kendimize geliyoruz. Şükür! Cehennem mode off. Bu arada porsiyon beni yine kesmiyor, yine biraz da külahla alıyorum. Resmen Giresun'daki dondurma hikâyesinin tekrarı...

Ve yola devam etme vakti. Hâlâ epey yolumuz var ama en azından aşırı virajlı, dar, yer yer toprak yollar sona erdi. Şimdi onlarca tünelden geçerek* Artvin'e, oradan Borçka'ya ve oradan da Karagöl'e gitmece...

* Geçen yazıda asfalt yola sevindiğimi insanlık çelişkilerimden biri olarak dile getirmiştim, bu sefer de tüneller için benzer bir şey paylaşacağım. Bu bölge, gidenler bilir, fazlaca dağlık bir bölge ve belli ki eskiden çok ama çok virajlı yollardan gidiliyormuş. Sonrasında özgürce akan Çoruh'un önünü muhtelif yerlerde kesip baraj yaptıklarında, su seviyesi yükseleceği için daha üst kısımlara yollar yapmışlar ve dağları oyarak burayı bir tünel cennetine (!) çevirmişler. Hayattaki duruşum gereği barajların, tünellerin, doğa ile bu kadar oynanmasının yanında değilim tabii ki ve fakat bir yandan da kendimi, için için şükrederken buluyorum (baraja değilse de tünellere). Zira buraları bu kadar rahat geçemesek, iyice zorlaşacak bu bölgelerde dolanmak. Haa, bu kadar dolanmak, gezmek, görmek şart mı? Bu ayrı bir konu. Tüm zorlanmalarıma rağmen, bana sorsalar, ben yine tünel münel yapılmamasını, gerekirse gezememeyi tercih ederim. Ama bu, tercih etmediğim durumun sonucunun bir şekilde benim de hayatımı kolaylaştırdığını yadsımamı gerektirmiyor. Fakat evet, o an için benliğime iyi geldi bu durum.
Baraj nedeniyle sular altında kalan ve boşaltılmak zorunda kalınan köyler (koskoca Yusufeli ilçesi de sular altında kalacağı için ilçeyi bile yukarıya taşıyorlar, bir-iki yıl içinde), yerinden edilen ve edilecek olan binlerce insan, binlerce ağaç; yaşam alanı daralan, değişen, belki de yok olan milyonlarca canlı için ise içim sızlıyor, 1,5 yıl önce geldiğimde olduğu gibi.

Borçka'ya vardık, marketten eksiklerimizi tamamladık ve yönümüzü yukarılara çevirdik. Hava yavaş yavaş kararıyor. Yol çok keyifli, her yer ağaç, evde hissediyorum kendimi. Nasıl bir yere gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yok ama şu an geçtiğimiz yerlerin güzelliği bana çok iyi hissettiriyor. Sadece ormanlık olması da değil, sık sık kayalardan süzülen sularla, oluşan minik dereciklerle karşılaşıyor ve hayran hayran bakıyorum. Nerede üç saat önce  hayata küsen adam, nerede ben! Her şey geçici mi demiştik?

Derken bir anda sis basıyor ve birkaç saniye içinde görüş mesafemiz beş metreye falan düşüyor. Yolları çok iyi bildiği ve alışkın olduğu için şoförün tedbirsiz gitmesinden endişe ediyorum ama yok, siste bunu yapmıyor ve gayet yavaş ve güvenli kullanıyor. Hem akşamın çökmek üzere olması hem de yoğun sis nedeniyle nerelerden geçtiğimiz belli değil, hayâl meyal yol kenarındaki ağaçları görüyoruz zaman zaman; adeta rüyada gibiyiz. Argın yanımda İngilizce bir şeyler mırıldanıyor; bu minvalde şeyler, rüya müya diyor. Bir yerden sonra asfalt yol parke taşa dönüyor (Sonradan anlayacağım üzere Karagöl yol ayrımına gelmişiz ve 7 km. kadar yolumuz kalmış). Tıkır tıkır devam ediyor ve bir süre sonra duruyoruz: Geldik! Hava artık tamamen karanlık ve üstelik sis çok yoğun. Göz gözü görmüyor. Gerçekten rüya olabilir; kendimi çimdikliyorum, uyanmıyorum. Galiba değil.

Birkaç dakika diğer minibüsü bekledikten sonra çantaları sırtlanıyor ve önden giden ekibi takip ediyoruz. Hiçliğin içine doğru bir yürüyüş, nereye gittiğimiz belli değil, tek yaptığımız güvenmek ve takip etmek...

Dik sayılabilecek bir inişten dikkatle yürüdükten ve ahşap bir köprü ile minnak dereyi geçtikten sonra açıklık bir alana varıyoruz. Başka çadırlar da var burada. Yürürken muhtelif tabelalar da görmüştüm. Burası bir tabiat parkı belli ki, şu Orman Müdürlüğü'nün falan işlettiklerinden.

Çadırlarımızı kuruyoruz. Sis hâlâ çok baskın, çevreyi pek algılayabilmiş değiliz ama bir ormanın içinde olduğumuz kesin. Çok hafif yağmur çiseliyor ve bu, kokuları muhteşemleştiriyor. Ohh, çok güzel bir yerdeyiz "galiba". :)) Çadırı kurduğumuz yerin iki metre ötesi gölmüş, ilk geldiğimde onu bile fark etmemişim. Sahi Karagöl'e geldik biz, değil mi? Bunu bile akıl edememişim. Yol fena sersemletmiş beni.

Bu arada bir görevli geliyor ve çadır başına 25 TL olan ücreti istiyor. DOKADAK olarak biraz forsumuz var ki 12 çadır için 7 çadır parası ödemek üzere anlaşıyor bizimkiler. Çadır başına kaç para düşeceğini hesaplamada zorluk çektiklerini görünce devreye giriyorum: 15'er TeeLee. Bayılıyorum bu hesap kitap işlerine.

Bir şeyler atıştırıyor ve kendimize gelmeye başlıyoruz. Yan tarafta, geldiğimizde orada olan çadırdan ufak tefek destekler geliyor, pek hoşuma gidiyor. Yaşasın birileriyle bağlantı kurmak! Bizim fenerin az aydınlattığını görünce iyi yanan bir fener veriyor, birkaç kere herhangi bir ihtiyacımız olup olmadığını soruyor iki karaltı. Sonraki dakikalarda Feridun Düzağaç vb. müzikler geliyor oradan, ki buna da kocaman bir ohh! Karadeniz müziklerinden iyice fenalık gelmişti :)) Karaltılarla tanışmak yarına kalacak. Bu gece bir başka çadır ekibi ile haşır neşir oldu bizimkiler, ateş yakmış olan birkaç kişi... Ben de biraz takıldım o tarafta ama çok duramadım, oraya ait hissetmedim bir türlü. Birlikte geldiğimiz ekip de kocaman bir ateş hazırlığı yapıyordu. Bugün son gündü ve onların deyimiyle gala gecesi idi. Rakılardan, şaraplardan bahsediliyordu ama hiç takılasım gelmedi; kısmen yorgunluktan kısmen de bu yazının başlarında anlattığım bağlantısızlıktan olsa gerek. Hiçbir yerde barınamayınca çadırıma gidiyor, yatıyorum. Önümüzdeki saatlerde epey bir içilecek, şarkılar-türküler söylenecek ama ben ilk 10 dakikadan sonrasını duymayacağım. Yorulmuşum.

Bu arada 1.400 metredeyiz ve bir gün öncesine göre epey ılık denebilir. 2.800'lerdeydik, malum. İki üşümeli gece sonrası rahat ediyorum.

Gün 5

Sabah erkenden kalkıyorum. Karadeniz'de hep erken uyandım, çoğunlukla 6 civarında. O saatin dinginliği bir başka oluyor ama günlük hayatımda çoğu zaman bir-iki saat daha geç uyanıyorum maalesef. Yani maalesef de değil aslında, demek ki vücut ancak uyanmak istiyor ama o saatleri yaşamak da pek keyifli işte!

Ne kadar muhteşem bir yerde olduğumu şimdi algılamaya başlıyorum. Çadırı da ne güzel bir yere kurmuşuz, hasbel kader.

Göl, orman, kuşlar, her şey çok canlı!

Bizim gruptan sadece bir-iki kişi ayakta. Günaydınlaşıyorum, ki dört gündür beraber olmamıza rağmen o an'a kadar bunu bile yapamadığım kişiler. Ve bu kadarı bile iyi geliyor. Sonra bu kişilerden biri çay ikram ediyor, sevinerek kabul ediyorum: iletişim kuruyoruz yahu! İki satır sohbet bile ediyoruz. Ohh.

bu da dışarıdan...
Sonra tesisin olduğu tarafa doğru gidiyor, tertemiz olmasına şaşırarak alafranga tuvaleti kullanıyorum (Yaşasın taharet musluğu!). Gölün etrafında yürümeye devam ediyor ve bir süre sonra anlıyorum ki göl boyunca kıyıdan kıyıdan patika yol yapmışlar ve galiba devam edersem aynı yere, çadırlara varabileceğim. Öyle de oluyor. Mest bir şekilde, tadını çıkara çıkara, yavaş yavaş yürüyorum gölün çevresinde. Bütünüyle bitki çeşitliliğine hayran kalıyor, yerin üstüne fırlamış ağaç köklerini heyecanla izliyorum. Burası da cennet olmalı! 24 saat içinde cenneti de cehennemi de yaşadığımı fark ediyorum. Ne kadar hatırlasam, hatırlatsam az: Her şey geçici...



Turum bitiyor ve yeniden kamp alanındayım. Gruptan biraz bağ kurabildiğim bir arkadaşla ve hemen hiç kuramadığım bir-iki kişiyle daha sohbet ediyorum. Biter ayak artan bu iletişim hâline hem şaşırıyor hem seviniyorum. Bir yandan da dünkü karaltılarla, yani komşularımla tanışıyorum: Rukiye ve İlknur kardeşler. Beni bile şaşırtan hızla arkadaş oluveriyoruz. Kahvaltı hazırlamışlar, buyur ediyorlar; sevinçle katılıyorum keyiflerine. Günlerdir yaptığım en güzel kahvaltı: bir sürü çeşit, güzel de bir çay var; üstelik iki tatlı insanla sohbet eşliğinde... Rukiye genel hâlime çok şaşırıyor: "Sen ne kadar dinginsin öyle yahu!", "Ne kadar sakin konuşuyorsun." gibi cümleleri sıralayıp duruyor. 5-6 yıl önce İstanbul koşturması içindeyken görseydi beni, yine öyle mi düşünürdü bilmiyorum. Sahi o zaman nasıl biriydim? Emin değilim.

Güzel doğa, güzel kahvaltı ve güzel komşuların bileşkesi, burada en az bir gün daha kalmam gerektiğini söylüyor bana. Şimdi yine bir araca binip haldır huldur herhangi bir yere gitme isteğim yok. Önce buranın tadını çıkarmak, en az bir gün sakinlemek, durmak istiyorum. O esnada Argın-Ebru-Burcu da göl etrafında tura çıkmışlardı, geldiklerinde bunu onlarla paylaşıyorum ve zaten onlar da benzer bir noktadalarmış. Birkaç saat sonra ekibin kalanını gönderecek, dördümüz şimdilik burada devam edeceğiz.

son dakika sosyalleşmeleri...
Büyük grupla son saatler, yine birileriyle sohbet ederek (allah allah, son günü beklemişiz!) geçiyor. Sonrasında yavaş yavaş çadırları, çantaları topluyor ve yola düşüyorlar. Öncesinde güzelce vedalaştım her biriyle, son günkü bu hâller sayesinde tamamlanmışlık hissi oluşuyor içimde. Bugün böyle geçmeseydi, sanırım bir tuhaf anacaktım bu birkaç günü.

Artık büyük grupla olan faaliyet bitti, mini grup faaliyetimiz ise tahminen birkaç gün daha devam edecekti.

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com

7 Eylül 2017 Perşembe

Hey gidi Karadeniz - 1

Ayvalık'tan Rize-Ardeşen'e, 1.770 km.lik motorize yolculuk sonrasında (yolculuk yazıları için: motorize günlük - 1, motorize günlük - 2), sıra geldi sebeb-i Doğu Karadeniz ziyaretimize.

Doğu Karadeniz yaylalarına çıkmak, oralarda bulunmak, yürümek, çay falan içmek birkaç yıldır aklımdaydı ama bir türlü gerçek bir niyet koymamış olmalıyım ki bu yıla kadar kısmet olmadı. Gerçi 1,5 yıl önce kış aylarında gitmiştim ama o mevsimde yükseklere tırmanmak hayâl tabii.

Bu sefer işi sıkı tuttuk; bahar aylarından itibaren Ebru ile konuşmaya başladık, Haziran'da konuyu iyice gündemimize alırken başka kişilerle de flört edildi. Sonuç olarak dört kişilik bir ekip (Ebru-Argın-Burcu Ü.-ben) ile yola çıkmaya karar verdik.

Ebru'nun, konuyu konuşmak üzere açmış olduğu vatsap grubunun adına verdiği Hey gidi Karadeniz, benim için tüm yolculuğun adı olarak kaldı bu arada.

***

İnsan genelde bilmediğinden korkar ya hani, ben de öyleyim. O tarafları hiç bilmediğim için hep bir çekinme hissediyordum. Gidecek yerler nasıl araştırılır, nasıl yol-iz bulunur, kimlerle bağlantıya geçilir... Zaten internetten araştırma yapmak da pek sevdiğim bir şey değil... Ve ayrıca yaz boyunca hep yollarda olacaktım; sabit bir düzenim yok, bilgisayarım yanımda değil... Bu nedenlerle tembelliğimi birleştirince, müstakbel yol arkadaşlarıma "Yaa ben hiç araştırma falan yapmak istemiyorum, siz ne derseniz, nereye götürürseniz bana uyar; siz bakının" minvalinde şeyler yazdım. Sağ olsunlar, mırın kırın eden olmadı (içlerinden ettilerse günahları boyunlarına :P ).

Gel zaman git zaman, tam son güne geldik, ertesi gün buluşup yola düşeceğiz; karşımıza bir anda yepyeni bir seçenek çıkıverdi: Meğer tam da yola çıkacağımız gün, Doğu Karadeniz Doğa Sporları Kulübü'nün (DOKADAK) bir faaliyeti varmış ve eğer istersek katılabilirmişiz. O bölgedeki yerler hakkında o kadar bilgisiz ve cahilim ki "Nerelere gidiyorlarmış peki?" sorusunu bile soramıyorum Ebru'ya, zira bir şey ifade etmeyecek. Fakat şöyle bir bilgi geliyor: Çok acayip, çok güzel, herkesin gitmediği, gidemediği yerlere gidilecekmiş; üstelik yılda sadece bir kere yapılan bir programmış bu.

Müthiş bir şans (?), tesadüf (!) ya da her neyse... Diğerleri biraz araştırma yapmış olsa da son gün itibariyle ne yapacağımız, nerelere ve nasıl gideceğimiz hâlâ belli değildi zaten. Bu fırsatı değerlendirmek iyi fikir gibi görünüyordu. Soru işareti yaratan tek husus ise bu tercihin bir miktar masrafa yol açacak olmasıydı. Faaliyet ücretsizdi ama araçla yapılacak transferler için kişi başı 175 TL civarı bir şey düşüyormuş. Biraz indirirler mi, hiç olmazsa 4 kişi için 3 kişi parası versek olur mu vs. derken katılmaya karar verdik. Doğu Karadeniz keşfine pek gidilmeyen, "acayip" yerlerden başlamak büyük bir ayrıcalık olacaktı.

Gün 1

Ardeşen'e önceki gün varmıştım, Ebru zaten oradaydı; Argın ve Burcu ise bu sabah geldiler. Erkenden kalkıp hızlı bir kahvaltı ettikten sonra birkaç işi ışık hızıyla halletmemiz gerekiyordu. Yaklaşık bir buçuk saat içinde Ebru için kulüpten bir çadır bulduk, kampta kullanmak üzere kamp tüpü satın aldık, ben motoru servise götürdüm ve o sırada gıda alışverişinin de bir kısmı yapıldı. Nihayetinde otogarda diğer katılımcılarla buluşup yola düştük. Grubun erkek ağırlıklı olduğu dikkatimi çekiyor. Bizimkilerden başka dört kadın daha var. Bu arada yola çıktığımız dakikalar itibariyle hâlâ nereye gittiğimizle, ne yapacağımızla ilgili pek bir fikrimiz yoktu.

2 servis aracı, yaklaşık 20 kişilik grubu ve dev çantaları aldı ve Artvin - Yusufeli'ne doğru ilerlemeye başladık. Bu dakikalarda, düşündüğümden daha uzun bir yolu araçla yapacak olduğumuzu fark ediyorum ve içim hafiften sıkışıyor. Araçla yolculuk çoğu zaman bayıyor beni, içim kıyılıyor; hele ki dar ve virajlı yollardaysak ve şoför abilerimiz "erkekliklerini" direksiyonda ispatlamaya çalışıyorlarsa; ki bir sürüsü bunu yapıyor... Uzun saatler gittikten sonra Yusufeli'ne vardık, eksiklerimizi orada tamamladık, -galiba belediyenin ısmarladığı- cağ kebaplarını yedik ve 2 saat kadar daha yol gittik. Yol dardı ama büyük kısmı asfalttı. Yakın zamana kadar son kısım toprakmış ve aynı yol 4 saate kadar sürüyormuşmuş. Ohh, zaman zaman asfaltın varlığına da şükrediyorum (insan olmanın getirdiği birtakım çelişkiler işte). Ki buna rağmen sürekli gaz-fren-gaz şeklinde gittiğimiz için epey zorlandım. Akşam üstü saatlerinde Yaylalar köyünü geçip Olgunlar denen mevkiye ulaştık. (İyi ki de ulaştık, Karadeniz müzikleri ile biraz daha gitseydim bayılabilirdim. ((: ) Birkaç yüz metre ileride kamp yapacaktık. Bugün yürüyüş yoktu. 2.100 metredeydik.

Olgunlar hatırası (bizim dörtlü)

Tabii yol boyunca, nasıl bir faaliyetin içinde olduğumuza dair verileri indirmeye başladık. Bugün (salı) yürümeyecekmişiz, sadece kamp kurup dinlenecekmişiz. Yarın (çarşamba) bir miktar yürüyüp daha yukarılarda, Dilberdüzü denen yerde kamplayacakmışız. Ertesi gün (perşembe) Kaçkar Dağı'nın zirvesine çıkıp (Vayy; bu bir zirve turuymuş meğer!) Dilberdüzü'ne dönecekmişiz. Cuma günü tekrar Olgunlar'a inip ve oradan kuzeye doğru devam edip arada bir bölgede kampladıktan sonra son gün (cumartesi) Naletleme Geçidi denen -adı üstünde- epey zorlu bir kısmı aşıp Kaçkar'ın kuzey tarafında yer alan Kavron Yaylası'na varacakmışız (bu da Trans Kaçkar dedikleriymiş yahu!) ve faaliyet burada sona erecekmiş. Oradan bizi alacak olan servislerle de Ardeşen'e dönülecekmiş işte.

Faaliyetin sorumlusu Dursun Abi yolda, katır isteyip istemediğimizi soruyordu. Başta yanlış duyduğumu sandım ama sonradan düştü jeton: Tüm bu yürüyüşler sırasında bir yandan çanta da taşımak zorlayıcı olduğu için, isteyenler bunları katırlara yüklüyormuş ve hafif bir şekilde, rahat rahat yürüyebiliyorlarmış. Bizim dört kişilik grup çanta vermek istemedi. Hem buna bütçe ayırmak* isteyen yoktu hem de katırları bu şekilde kullanmanın doğru olup olmadığına dair soru işaretlerimiz vardı. Ayrıca en azından kendi adıma, yürüyüşlerde çantamı taşımaya alışkındım ve buna gerek duymayacağımı sanıyor ve de umuyordum. Gerçi yürürken çadır, uyku tulumu, bir sürü yiyecek malzemesi vs. taşımayalı çok olmuştu ama görecektik bakalım.

* Merak edenler varsa; bir katır üç çanta taşıyor; Olgunlar'dan Dilberdüzü'ne 120 TL (çanta başı 40 TL), Dilberdüzü'nden Nanetleme öncesinde kamplayacağımız -adını unuttuğum- yere 150 TL, son gün Lanetleme'yi aşarken ise 350 TL istiyorlardı. En azından bizim ekibe verdikleri fiyatlar bu şekildeydi. Bu arada Lanetleme için istenen fiyat farkına dikkat! Belli ki gerçekten haşadımızı çıkaracak bir etap olacaktı; hele ki çantalarla...

2.100 metrede olmak ilginç bir his. Son ağaçlar 2.000 metreler civarında yetişiyor ve bundan sonra ağaç görmek artık hayâl oluyor. Ormanın içinde yaşadığım üç yılda, ağaçlarla çevrili olmaya pek alışmışım ve yoklukları ilginç hissettirdi. Velhasıl Olgunlar'da birkaç ağaç daha gördük, sonraki birkaç gün ise göremedik.

Ne diyordum; Olgunlar'a vardık, 2.100 metredeyiz, hava -bildiğim Ağustos günlerine göre- serin sayılabilir ama sıkça duyduğum yükseklerin çok soğuk olması durumuyla henüz karşılaşmış değilim. Oradaki mekânda birkaç çay içtik, diğer katılımcılarla biraz sohbetleştik, şakalaştık. Özellikle Cumali abinin şakaları, hikâyeleri epey komikti. Fakat bir yerden sonra ortamdaki sürekli konuşulma hâllerinden yoruluyor ve kendime sessiz alanlar açmaya çalışıyorum. Bu arada not defterim yanımda ve ara ara yaşadığımız minik an'ları kayda geçiriyorum ki daha sonra hızla unutmayayım. Bu minicik yazıp çizmelerim çok dikkat çekiyor ve özellikle ilk birkaç gün sürekli konusu ediliyor. Sanırım yazıp çizmeyle pek arası olmayan bir gruplayım. "Aaaa yazar mısın sen?", "Ne yazıyorsun?" vs. Alt tarafı not düşüyorum aslında.

Çadırları kurduk, yerleştik; Yusufeli'nden yemek yapmak üzere aldığımız ama kamp süresince daha ziyade sallama çay içmemizi sağlayan alüminyum tenceremizde su ısıtıp çay keyfi yaptık. Hava karardı, ayrıca biraz serinledi ama hâlâ fena değil. Ve çoğumuz, çok geç olmadan çadırlara çekiliyoruz. Bir gün önce dolunaydı bu arada ve bir süre sonra şahane bir ay manzarası çıkacak ortaya. Yan tarafımızdaki kayalık dağa şavk'ı vurmaya başladı bile, ortalık neredeyse gündüz yerine dönmek üzere. Beklesem mi şu ayı, beklesem ya, görmeden yatmasam ya derken ay bana yetişemedi, ben uykuya gittim. Gece gördüm ama, çişe kalktığımda...

Günün gerginliğini Ebru ve Argın'ın yaptıkları alışverişe dair yaşadım(k). Bence o kadar az şey almışlardı ki yol boyunca bunların yetmesi çok zor olabilirdi. Konserveler, makarnalar, kuruyemişler; hep kıtı kıtına yetecek kadardı. Üstelik dağlara çıkıyorduk ve biraz ihtiyatlı gitmek gerekirdi. Öte yandan fazla yük taşımama kısmı da vardı tabii... Ben motoru servise bırakırken alışveriş onlara kalınca böyle olmuştu. Bu işlerde ben de dev tecrübeli sayılmam ama onlar benden biraz daha tecrübesiz. Velhasıl durum böyle olmuştu ve başlarda biraz kızdığımı hissetsem ve ilk günler ara ara söylensem de sonraki günlerde iğneyi kendime batırmaya başladım. Madem onlara güvenmeyecektim, yola çıkmadan önce daha fazla sorumluluk alsaydım ya da en azından market vs. bulunmayan yerlere çıkmadan önce ne aldıklarını iyice soruşturup ona göre ekleme yapsaydım. Hem bunları yapmayıp hem kızmış olmam pek doğru değildi tabii.

Gün 2

Sabah 6'da zımba gibi (ne komik laftır bu da) kalktım. Çadırları ve çantaları topladık, karnımızı doyurduk ve Dilberdüzü'ne doğru yola düştük. Her yerden sular akıyor, iki yanımız kocaman dağlarla çevrili, vadiden yürüyor, sürekli yükseliyoruz. Grubun çoğu çantasını katırlara vermiş, sadece bizim dörtlü artı birkaç kişi kendi yükünü taşıyor. Yolda ahududu çalılarıyla karşılaşıyoruz ve dalından ilk kez yiyorum. Pek güzeller ve yemekten zaman zaman yürümeyi unutuyorum! Doğanın cömertliğine teşekkür edip duruyorum. Yaban mersini de varmış ve çok çok güzelmiş ama denk gelmedim (bizim buralarda, güneyde - alçaklarda da oluyor yaban mersini ve kesinlikle "çok çok güzel" denecek bir şey değil; farklı bir tür olmalı). Güneş gittikçe etkisini gösteriyor ama yorulduğunda altına saklanacak bir ağaç bulma şansı yok; ilk kez böyle bir şey yaşıyorum. Sıcaktan patlasam da çaresiz duruyorum öylece. Ama en azından nem yok bu irtifada, dolayısıyla epey sıcaklasak da aşırı bir bunalma oluyor. Kafayı, enseyi, kolları kapatmanın önemini fark ediyorum ama yanımda hiç uzun kollu yok. O gün değilse de ertesi gün, peştemalımla gezmeyi ve onla açık kalan yerlerimi örtmeyi akıl ediyorum.

Konumuzla doğrudan bir ilgisi yok ama bir ara kampçı çantamın Hülya'nın, ayağımdaki şalvarın Begüm'ün, şapkamın Çağım'ın, peştemalin Handan'ın, iki yıldır kolumdan çıkarmadığım bilekliğin Sevil'in, tişörtlerimin çoğunun muhtelif dostların hediyesi, hatırası; küçük sırt çantamın kim olduğunu bile bilmediğim birinin Çandır'da unutması olduğunu fark ediyorum. Böylece gittiğim yerlere bir sürü insanı da götürüyorum, bir şekilde. İyi geliyor bunu hissetmek.

Öğlen saatleri itibariyle Dilberdüzü'ne varıyoruz. Rakım 2.800 metre. Ağaç ve gölge yokluğunda güneş altında oturup duruyoruz çaresiz. Akşam üstü ise güneş dağın arkasına saklandığı anda bir serinlik kaplıyor ve her geçen dakika hızla soğuyor hava. 700 metrelik değişimin ve tabii havada nem olmamasının, gece-gündüz sıcaklık farkına çok ciddi bir etki yaptığını görüyorum. Üstüme giyecek tek kalın kıyafet, yola çıkmadan önce babamdan aldığım kapşonlu sweatshirt iken (hazırlıksız yola çıkmayı sevdiğimden bahsetmiş miydim?), altıma giyecek bir şeyim ise hiç yok(tu); neyseki Yosun'un babasının motorcu pantolonu var artık. Akşamları lâzım olacak gibi, hele ki yarın.

Seda'lı fotoğrafımız (Görkem niye yok!?)
Öğlen barbunya konserveleriyle karnımızı doyurduk ama Cumali abi, Ferdi ve Zekeriya'nın dereden tuttukları kırmızı benekli alabalıkları pişirdi ve bize de ikişer tane ikram ettiler. Tok karna da olsa dev afiyetle yiyoruz. Sonra da çay, muhabbet derken yavaştan akşamı ediyoruz. Bu arada yıllardır görmediğim arkadaşlarım Seda ve Görkem'le karşılaşıyoruz. Onlar da bizim iki gün sonra yapacağımız Trans Kaçkar'ı tersten yapmışlar, kuzeyden başlayıp güneye geçmişler.


Dilberdüzü kamp alanımız
Akşam saatlerinde bizim mini grup içinde ufak bir gerginlik yaşıyoruz. Fazla fazla yiyecek getirmediğimiz için dikkatli kullanmamız gerekiyor; bunla birlikte, acıktığımızda da yememiz. Bu dengeyi iyi kurmak lâzım. Argın ve ben akşam saatlerinde tarhana çorbası içmek istiyoruz, Burcu hık-mıklıyor, "bugün yapmasak" falan diyor; ben biraz geriliyorum. Sonra Burcu tarhanayı getiriyor -pek adetim değildir ama- tripli tripli "yok istemiyorum, boşver" falan diyorum. ((: İkidir ortaya çıkan yiyecek gerginliği, önemli bir noktayı görmemi sağlıyor: Bu tip yolculuklara çıkarken herkesin kendi yiyeceğini hesap etmesi ve kendine göre, kendi taşımak istediği kadar alması önemli, hele ki sıkı fıkı, birbirini çok iyi tanıyan bir grup değilse... Ayrı ayrı alınır ama tabii ki sonra yine diğerlerine ikram edilir, birlikte yenir vs.

Hava karardıktan kısa bir süre sonra yatıyoruz. Zira ertesi gün saat 2'de (sabaha karşı yani, iki ey em) yola düşeceğiz. Aslında 4'te çıkacaktık ama faaliyet sorumluları, havanın çok ısındığı için bizden önceki gün çıkan grupların ne kadar zorlandığını ve tırmanışın epey zorlaştığını duyunca bunu öneriyorlar bize. Dolunay yeni geçtiği için ayın ışığı da epey yardımcı olacak; grup kabul ediyor. Saatleri 1:40'a kuruyor ve kendimizi uykuya bırakıyoruz.

Gün 3

Soğuk bir geceydi, zaman zaman üşüyerek uyandım. Yazlık uyku tulumu ile zorlanıyor ama idare edebiliyorum. 3.000 metreye yaklaşınca şartlar çetinleşiyor. Sabahın, -yani gecenin- köründe alarmımız çalıyor ve kalkıyoruz. Neyseki Argın'ın fazla bir polarımsı bluzu var; bendekiyle üst üste giyince anca idare ediyorum; ciddi soğuk! Fakat birazdan tırmanmaya başlayacak ve hızla ısınacağız. Öyle de oluyor. Yürüyüşümüz planlandığı gibi 2'de başlıyor, takriben 2'yi 10 geçe hemen herkes üstünden birer kat kıyafet çıkardı bile. Dolunayımsının ışığı sayesinde ortalık gündüz gibi, neredeyse. Çoğu zaman kafa fenerimi bile açmadan yürüyorum. Önümde Ebru var, sürekli çıkış onu biraz yormaya başlayınca, zorlandığı noktalarda çantasından hafifçe itiyorum. Desteklenmek ona, desteklemek bana iyi geliyor. Vermek ve almak arasındaki sınır, her zamanki gibi çok ince.

İlk iki gün birkaç kere demişlerdi: "Bir yere çıkacağız ve oradan size zirveyi göstereceğiz. 'Aha zirve, devam edebileceğini düşünenler gelsinler, yapamayacaksanız burada kalıp bizi bekleyebilir ya da yavaş yavaş geri dönebilirsiniz.'" İşte o noktaya galiba saat 6'ya doğru ulaşıyoruz. Hava çoktan aydınlandı, zirve gözümüzün önünde ama birkaç saatlik sıkı bir tırmanış daha var. Argın ve Burcu biraz tereddüt ettikten sonra devam etmeyeceklerini söylüyorlar. Bir de Zekeriya'yı arkada bırakıyoruz, zira dün dizinde ciddi bir şişme oldu ve fazla zorlamaması iyi olacak. Ebru da kararsız ama gelmeye karar veriyor.

-"zorlu bir iniş" dediğim yer-
Derken biz bir şeyler atıştırma derdindeyken ve henüz hazır değilken grup bir anda harekete geçiyor. Üstelik Argın ve Burcu'nun devam etmeme kararı sonrasında, hazırladığımız çantaları, yanımıza aldığımız yemekleri falan yeniden dağıtmamız gerekiyor. Apar topar bunları yapmaya çalışıyoruz ama grup çoktan uzaklaşmaya başladı. Pek sık karşılaşmadığım bir sinir hâli çıkıyor içimden. Niye beklemiyorlar yahu? Böyle mi olur bu işler! Arkada kalanları gözetmeleri gerekmiyor mu? Sağ olsun Ferdi bekliyor ve işleri hallettikten sonra zorlu bir inişten inmeye başlıyoruz. Derken birkaç on metre ve bir-iki dakika sonra Ebru da yapamayacağına, zorlamasına gerek olmadığına kanaat getiriyor ve o da dönmeye karar veriyor. Yeniden bir çanta, eşya, yiyecek paylaşımı; yine zaman kaybediyoruz. Öndeki grup en az 10-15 dakika ileride. Öfkeleniyorum. O sırada Ebru'ya bir tane konserve atıyorum ama biraz aşağısına düşüyor. Onu almaya çalışırken, panik oluyor ve oradaki küçük bir kayacığı üstüme yuvarlıyor. ((: Şansıma ayağımın 10 cm. yanında durdu kaya. Panik hâlinde bi' nefes almak, sakinlemek, ani hareket etmemek lâzım ama bu paniğin tanımına ters, di mi? (: Ve sonunda Ebru'yu da geride bırakıp Ferdi'yle, etabın belki de en tehlikeli kısımlarından birinde, hızlı bir şekilde inmeye başlıyoruz. İnerken söyleniyorum sürekli, sinirim geçmiş değil. Neyseki riskli hızdaki inişimizde bir sorun yaşamıyor, bir süre sonra da grubu yakalıyoruz. Diğerleri yorulduğumuzu görüyor ve -yavaş gidenler arkada kalmasın diye hep yapıldığı gibi- benim önlere geçmem için sesleniyorlar ama tribimi atıyorum kendimce: "Yok, istemez; arkada iyiyim!". Kızdığımı anladıkları şüpheli gerçi, muhtemelen dağ dağa kızmış, dağın haberi olmamış hikâyesi... Bugünün gerginliği de bu oldu ((:

Tabii tırmandıkça öfkem geçiyor yavaş yavaş. Hem zamanın her şeyin ilacı olması hem belki de böyle yapılmasının gerekliliği, adamların bunu yıllardır yapageldiği düşünceleri dolanıyor içimde.

Yükselmeye devam ediyor ve zirveye adım adım yaklaşıyoruz. Bu sefer zorlanan bir başkasını çantasından destekliyorum; yine iki tarafa da geliyor. Ha geldik, ha yarım saat kaldı gazlamalarının yardımıyla saat 9 civarında, yani yedi saatin sonunda zirveye varıyoruz. 3.937 metredeyiz.

zirvede öz-çekim ((: alt kısımda Derin Göl


Fotoğraf için Alex'e teşekkürler.

İlk kez bir dağın zirvesindeyim. İlk kez çevrede gördüğüm tüm noktalar, olduğum yerden daha alçak. Yanından geçtiğimiz şahane krater gölü epey aşağılarda kalmış ve müthiş bir görüntü veriyor. Diğer yerler de öyle. Panaromik bir şekilde dört bir yana bakıp içime çekmeye çalışıyorum manzarayı ve orada olma hissini. Fakat zirveye çıkmak değil, orada kalmak zor derler ya; o kadar sert bir rüzgâr esiyor ki zirvede huzurlu bir şekilde durmak pek mümkün değil.

İlk kez zirve defteri görüyor, ilk kez imzalıyorum. Bunu yaşamak güzel. Bunla birlikte egosal olarak çok dev bir iş yapmış gibi şişinen bir hâlim de yok. Zirveyse zirve, nihayetinde yürüyerek çıktık işte; güzel ama büyütmeyelim. ((:

Yolculuğa çıkarken fotoğraf makinesi almamıştım ama telefonun kamerasıyla hiç adetim olmadığı bir şekilde fotoğraflar çekiyorum. Selfie ile de aram yoktur ama bu yolculukta zaman zaman bunu da yaptım.

Sonuç olarak zirvede yaklaşık bir saat kalıyor ve inişe geçiyor, zirveyi Mersin'den gelen gruba emanet ediyoruz. Onlar da saat 3'te çıkacaklardı yola.

bu da ağustos'ta karda yürürken adlı çalışmam

Derin Göl <3
Çıkarken, inişte çok zorlanabileceğimizi düşünmüştüm ama en azından ilk başlarda öyle olmadı. Pıtı pıtı indik gölün oraya kadar, çok da zorlanmadan. Göl tek kelimeyle muhteşemdi. Soğuk olmasına rağmen girmek de istedim ama yanımda deniz şortu ya da en azından yedek don götürmediğim için giremedim. Sanki donsuz dönsem olmazdı ama aklıma gelmedi. Cidden... ((: Orada bir süre takıldıktan sonra farklı farklı zamanlarda yola düşmeye başladık. Buraya kadar iki ana grup hâlinde inmiştik, buradan sonra herkes kafasına göre takıldı. Zaten yol boyunca her yerde babalar* var ve kaybolmak pek mümkün değil. Üstelik ağaçlık, ormanlık bir alan da olmadığı için iş iyice kolaylaşıyor.

* Yolu bilmeyenlerin de rahatça ilerleyebilmesi için konan taş üstüne taşlara böyle deniyor.

İşte bu son kısımda çok zorlandım. Hem artık yorulan bünye hem de tozlu topraklı dik iniş nedeniyle sıkça ayağım kayıyor ve güçlükle devam ediyorum. Dizlere ve bileklere fena yük biniyor, hafiften titriyorlar. Bu yola yürüyüş batonu olmadan çıkmak pek iyi fikir değilmiş belli ki ama biz o kadar son dakikada dahil olduk ki faaliyete, neyin gerekli olduğunu bile bilemeden düştük yollara. Neyse bu seferlik böyle oldu işte. Bir-iki ufak düşme ile, kendimi yaralamadan atlattım süreci.


-görüp de ulaşamadığım kamp alanı.
çadırlar, fotoğrafın tam ortasında belli
belirsiz görünüyor-
Aşağıda kamp alanımızı görüyor ama yürü allah yürü, bir türlü ulaşamıyorum. Git git git, kay kay kay, dikkat dikkat dikkat derken akşam üstüne doğru (3'ü 20 geçe falan) kamp alanımızdayım. Şükür! Çok yorgunum; çadırın gölgesine sığınıyor, bizimkilerle sohbet ediyorum. Özlemişim bir de... Grupta birkaç kişi haricinde kimseyle pek bağ kurduğumu hissetmiyorum ve son 9 saat bizimkilerin yokluğunda biraz yalnız hissetmişim meğer.

Akşama doğru ise Argın, Ebru ve Burcu ile ufak bir çember ve güncelleme yapıyoruz. Önümüzdeki iki gün epey zorlu bir yol bizi bekliyor ve bizim grubun kondüsyonu çok yüksek sayılmaz; üstelik çantaları da vermiyoruz katırlara. Gerçi kızlar bu sefer vereceklerini söylüyorlar ama yine de -grup olarak- zorlanacak gibiyiz. Ne yapsak ne etsek diye düşünüyor, buraya uzun uzun yazmayacağım alternatif çözümler yaratmaya çalışıyoruz. Belki iki saatimiz bu konuyla haşır neşir geçti ama hiç de gerek yokmuş meğer. Zira...

Akşama doğru hava birden bulutlarla kaplanıyor, rüzgâr bastırıyor ve çok şiddetli bir yağmur başlıyor. Ama ne yağmur! Yanında şimşekler, gök gürlemeleri, zaman zaman dolu ve hatta yıldırımlar... Çadırlara kaçmaktan başka çare yok, öyle yapıyoruz. Bir ara azalır gibi yapıyor, dışarı çıkıp etrafın güzelliğine bakıyor, çıkan güzel kokuları içime çekiyor, bir de çadırı kontrol ediyorum; kısa bir süre sonra ise tekrar bastırıyor. Yola çıkmadan önce çadırın su geçireceğine dair endişelerim vardı bu arada ama yüzümü kara çıkarmıyor ve ortalık kıyamet yeri iken içeride kuru kalabiliyoruz. Uzun saatler süren yürüyüşün yorgunluğu da eklenince, yarın tüm planların değişeceğinden habersiz, erkenden uyuyakalıyorum.

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com