Sayfalar

16 Nisan 2018 Pazartesi

armağan ekonomisi, kırılganlığım, tuhaf fiyatlar...

İhtiyacım olan paraya armağan ekonomisi ile eriştiğim, yani yapıp ettiklerime bir bedel belirlemek yerine gelecek karşılıkların belirlenmesini, sunduklarımdan faydalanan kişilere bıraktığım yolu tutturalı beş yıldan fazla oluyor ve bunun keyfini yaşıyorum. Bu konuya dair eski yazılarda epey paylaşımım var. (Neyden bahsettiğimi daha iyi anlayabilmek için, özellikle beni ve armağan ekonomisi süreçlerimi, deneylerimi bilmeyenlerin, Kasım'da yazmış olduğum armağan ekonomisi ve ben adlı yazıyı okumasını öneririm. Böylece bu yazı daha fazla şey ifade edebilir.)

Bu satırları yazma niyeti ise bir önceki cuma günü düştü içime. Fethiye'de açılmış olan masa tenisi cafeye gittim ilk kez; birkaç saat geçirdim ve çok iyi geldi. Masa tenisi oynamayı o kadar seviyorum ki geçen yıl bu zamanlarda eve almayı bile düşünüyordum. Bu mekânda masa tenisi oynayabilmek için aylık üye olabiliyor ve bu durumda haftanın her günü istediğin sıklıkta ve uzunlukta orada takılabiliyorsun ya da günlük ücret verip o gün boyunca istediğin kadar takılabiliyorsun; ister yarım saat oyna ister tüm gün orada kal.

Oranın kurucusu Cengiz Hoca bana ücretlerden bahsettiği anda bunun benim için pahalı bir adım olacağını fark ettim. Zaten birkaç aydır düzenli bir şekilde yogaya gidiyorum ve o da bütçemde ciddi bir yer kaplıyor mesela. Aslında aldığım faydaya baktığımda, her ikisi de bir sürü şeye göre hiç de pahalı sayılmaz ama neyi neyle kıyasladığına göre değişiyor tabii bu pahalılık/ucuzluk. Ben bir şeyin fiyatını, genellikle temel ihtiyaçlarla, en çok da gıdayla kıyasladığım için, bana her şey pahalı geliyor. 😃 Buna aşağıda değineceğim.

Şimdi bahsedeceğim konu ise, fiyatı duyduğum an'da içimde oluşan "indirim istemeliyim" cümlesi. Zira her türlü eğitimin, atölyenin, üyeliğin fiyatı benim için yüksek kalıyor; çünkü bana para getiren etkinlikleri çok sık yapmayı tercih etmediğim; yaptığımda da, karşılıkları armağan ekonomisi ile katılımcılar belirlediği ve çoğu zaman diğer atölye vs.lere nazaran düşük karşılıklar aldığım için bütçem genellikle epey sınırlı.

(Düşük karşılık almaktan bahsediyorum ama diğer taraftan, belki tam da böyle bir hayat sürdüğüm için bir sürü işimi, ihtiyacımı parasız görebiliyorum. Örneğin bu blogda yazdığım yazılara eşlik eden görseller yapmak isteyen var mı diye sorduğumda onlarca kişi beliriveriyor, yazılarımı İngilizceye çevirmek istediğimde 15-20 kişi çıkıveriyor. Bunların ötesinde, hayat bana hep harika davranıyor ve hiçbir ihtiyacımın karşılanmadığı olmuyor, şükür.)

Gelirim görece düşük olunca giderimi de düşük tutmam gerekiyor ve bu da, bir şeylere çekildiğim her seferinde indirim, burs vs. istememi gerekli kılıyor. Bu da beni zaman zaman kırılgan yapıyor tabii... Bazen düşünüyorum da yavaş yavaş 40 yaşına doğru ilerliyorum ve modern dünyanın yetişkinleri gibi paramı kazanmanın peşine düşmeyip bu şekilde bir hayatı seçtiğim için sürekli talep etmem gerekiyor: 1 - Yaptığım şeyler karşılığında almak için talep etmem ve kendimi uzun uzun anlatmam gerekiyor. Armağan ekonomisi uygulamalarında olayı tamamen kendi hâline bıraktığımda aldığım karşılıkların epey düşük kaldığını görüp (verme, eksilme korkusu, kıtlık bilinci; nasıl isimlendirirseniz...) daha aktif bir isteme hâline geçtim ve son yıllarda çok daha olumlu sonuçlarla karşılaşıyorum. 2 - Yukarıda bahsettiğim ve aşağıda rakamlarla da anlatacağım üzere, hemen her şey bütçeme ve algıma göre fazla olduğu için bir hizmet edinmek istediğimde de indirim vs. talep etmem gerekiyor.

Yani alırken de verirken de sürekli talep etmem, kendimi uzun uzun anlatmak durumunda olmam söz konusu. Bu, bazen kolayca akarken bazen daha zor gelebiliyor.

***

Görsel: Burcu Ceylan

Öte yandan şöyle de bir durum var: Aldığım karşılıkların az olduğundan dem vuruyorum zaman zaman ama birkaç paragraf önce yazdığım konuya girmek gerekirse, neye göre az, kime göre az... Aslında aldığım karşılıklar bir yandan bana gayet makul geliyor. Elime geçen paranın büyük kısmını temel ihtiyaçlara aktardığım bir hayat yaşıyorum. Barınma (kira), elektrik ve su faturaları (su ve enerji), pazar alışverişi (gıda)... Bütçemin çok büyük kısmını bunlara akıtıyorum ve kiramızı biraz yüksek bulmak haricinde son derece helâl ederek veriyorum parayı; en çok da gıda için... Bir ara aylık harcamalarım mercek altındaydı (blogda ve kitabımda buna dair çok fazla veri var) ama son iki yıldır ne kadar para ile döndüğümden emin değilim. En son hatırladığım bütçeme birkaç yıllık tahmini enflasyon farkını ve yoga-masa tenisi gibi yeni çıkan harcamalarımı eklediğimde, tahminen 800 TL ile dönüyor olabilir bütçem. Hadi + - 100 TL diyelim, 700-900 TL arası olsun...

Yine bir zamanlar çok sık yazdığım üzere, bu kadar düşük bütçelerle çok zengin, keyifli bir hayat sürebildiğimi görüyorum. Ve hâl böyle olunca, yani örneğin 800 TL ile bütün ihtiyaçlarımı zengince giderebildiğim bir hayat sürerken, aldığım karşılıklar -piyasaya göre düşük görünebilse de- çoğu zaman gayet de yeterli ve dengeli geliyor ve bütçemi döndürmekte büyük zorluklar çekmiyorum. Fakat günümüz dünyasında, bana çok tuhaf gelen bir şekilde, temel ihtiyaçlar çok ucuzken diğer hemen her şey görece çok pahalı. Bir haftalık gıda alışverişim için 70-90 TL ayırmam gerekirken bir günlük X atölye çalışmasının fiyatı 150 - 250 TL, 4 günlük bir inzivanın maliyeti 1.000 küsur TL'lerde olabiliyor, ki bunlar, benim gördüğüm en düşük meblağlar diyebilirim.

Yani ilgimi çeken 4 günlük bir çalışmaya katılabilmek için en az bir aylık masrafım kadar bütçeyi gözden çıkarmam gerekiyor ve bu bana biraz tuhaf geliyor. Burada inziva düzenleyenleri veya başkalarını işaret edip kötülemiyorum, tüm sistem bu şekilde dönüyor ve tuhaf gelen bu. Günde 10 TL ile mükemmel bir şekilde beslenebilirken bir cafede bir fincan kahvenin 10 TL falan olması da tuhaf geliyor mesela.

Sistemin kökünde ve neredeyse tüm fiyatlarda yanlış bir şeyler olduğu hissiyatındayım. Yokluğunda yaşayamayacağım temel şeylerin aşırı ucuzluğu ve çok daha keyfî mal ve hizmetlerin görece pahalılığı... En temel ihtiyaçlarımı karşılayan, üreten, bunu büyük emeklerle yapan insanların daha adil karşılıklar almasını istiyor gönlüm. Ki alamamalarının bu yazının boyunu aşacak bir sürü sıkıntılı sonucu var. Öte yandan bu ucuzluğa bir yandan da şükrediyorum tabii, en azından temel ihtiyaçlara erişim konusunda zorluk çekenlerimiz çok fazla değil gibi görünüyor zira.

***

Son bir şey daha paylaşıp bitiriyorum. Fark etmiş olabileceğiniz üzere, parasal meselelere genellikle günü geçirme, temel ihtiyaçları karşılama çerçevesinden bakıyorum. Bunla birlikte, bu kafayla yurt dışına gitme ihtimalim yok, bir yerde arazi alıp ev falan yapma ihtimalim yok, araba ihtiyacım olduğunu fark etsem araba satın alma şansım yok. Yani bir yandan gönüllü sadeliği büyük bir keyifle yaşarken bir yandan günü geçireceğim meblağlardan ötesine ulaşmıyor olmak, hayâl gücümü ve yapabileceklerimi de kısıtlıyor olabilir mi diye düşünüyorum bazen. Ya da bir şeye ihtiyaç duyduğum her seferinde istemeye, talep etmeye devam etmek de bir seçenek tabii; zaman zaman yorucu olsa da...

Bu son paragraf beni başka bir önemli noktaya daha götürüyor ama belki başka bir yazıda devam etmek üzere, kafalar iyice karışmadan burada duruyorum. Zaten son derece öznel bir konuda içimi döktüğümün farkındayım. Umarım bir şeyler ifade etmiştir. 😐

***

Okuyucuya not:

Yukarıdaki satırlarda gördüğünüz üzere, tüm ihtiyaçlarımı armağan ekonomisi ruhu ile giderdiğim bir yaşam seçtim. Yazdığım, yapıp ettiğim hiçbir şeyin belirli bir fiyatı yok; elimden, ruhumdan geldiğince paylaşabildiğimi paylaşıyorum ve gelebilecek olan karşılıklara kendimi açıyorum.

Yazılarımı veya kitabımı okumanız ya da gerçekleştirmiş olduğum buluşmalara katılmak için bana hiçbir ücret ödemeniz gerekmiyor. Bunun yerine, yaptıklarımdan ve oluş hâlimden faydalanıyorsanız ve içinizde bir şükran duygusu oluşuyorsa, içinizdeki bu duyguyu maddeye çevirebilmeniz için alan açmak daha iyi geliyor bana; ki armağan ekonomisinden anladığım tam olarak bu.

Velhasıl bana iletmek istediğin bir şey varsa... 

emreertegun@gmail.com

3 Nisan 2018 Salı

kendime doğru

Görsel: Meltem Türkan Alagöz

İki ay kadar önce olmalı, bir arkadaşımla güzel bir kahvaltı sofrasında oturuyorduk, ki şu soruyu sordu: "Eeee, Likya Yolu etkinliği* yapacak mısın?" Son iki yıldır kıştan bahara, yazdan güze dönerken, bu fikir hemencecik zihnimde beliriyor ve yine, çoktan belirmişti. Nasıl belirmesin; ortalama 10 kişi ile son derece keyifli üç ya da dört gün, sevdiğim ve faydasını gördüğüm şeyleri birileriyle paylaşma fırsatı, topluluğumun genişlemesi ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, etkinlik sonunda gönüllerinden geçen para ve diğer armağanları benle paylaşmaları neticesinde maddi ihtiyaçlarımın önemli bir kısmını bu yolla karşılamak... Bir Emre daha ne isteyebilir ki?! Fakat cevabım müspet olmadı, tam olarak menfi de değildi; sanıyorum ki kelimesi kelimesine şunu söyledim: "Valla yine zihnime düştü tabii ki bu fikir ama kalbime düşmedi henüz; bakalım..."

* 2016'nın ilkbaharında başlayan, sonbaharında tekrar eden, 2017'de de her iki mevsimde ikişer kere daha gerçekleştirdiğim; içinde doğa yürüyüşünün, çemberlerin ve oyunların olduğu bir etkinlik.

Bir zamandır eylemlerim, çoğunlukla, kalbime düştüklerinde zuhur ediyorlar. Bu şekilde yaşadıkça her şey daha bi' keyifli, hayırlı oldu; öyle olduğunu gördükçe de bu şekilde yaşamak için daha fazla güç buldum, buluyorum. Keyifli bir açık döngü var sanki; salyangozun spiral kabuğu gibi, merkezden başlayıp dışarıya doğru genişleyen, gittikçe büyüyen...

Hayatımın her anını kendime, yani kalbime ve ruhuma göre yaşadığımı söylersem abartmış olurum. Bunu yapamadığım zamanlar; alışkanlıkların veya korkuların, endişelerin kendilerini gösterdikleri ve beni yönettikleri anlar olmuyor değil; bunları bazen fark etmiyorum bile ve beni yoğurmalarına izin veriyorum, bilmeden; bazen ise farkındalığım bütün bunları kapsayacak şekilde genişliyor; bu durumda onları görüyor, selamlıyor ve içlerinden geçiyorum. İşte o zamanlar pek güzel oluyor. Bu arada alışkanlıklar derken, olumlu görünenleri de içeriyorum; ezbere, farkındalıksız yaptığım her şeyin farkındalıklı seçimlere dönmesine niyet ediyorum. Buna, sabah çayını koymak da dahil...

Zihnime düştü ama kalbime düşmedi gibi cümleler kurarken yarattığımız zihin-kalp ikiliği diye bir şey gerçekten var mı, yoksa bu ikiliği yaratan yine bizim zihnimiz mi? Bilmiyorum... Lakin şu an anlatmaya çalıştığım şeyi anlatmak için faydalı bulduğum için bu şekilde başladım. Yoksa aslolan, bana kalırsa, ben olan ve ben olmayan; ve burada tam olarak bir ikilik yok aslında. Daha ziyade, Osho'nun -çok beğenerek okuduğum- Tantra kitabından ödünç alacağım tabir ve akıl yürütmeyle, karanlık-ışık ilişkisi var gibi. Karanlık ışığın zıttı değildir, demiş Osho abi, ışığın yokluğudur. Ve bir yere ışık girdiği an'da karanlık yok olur, çünkü aslında karanlık yoktur. Işığın karşısında durması mümkün değildir.

Aynı şekilde, herhangi bir an'da ben varsam, varlığıma alan açıyorsam, ben olmayanın var olmasına imkân yoktur. Burada bahsedilen ben, elbette ki anbean değişen ve ele avuca sığmayan bir ben. Kesinlikle sabit değildir; sabit olduğu an ölmüş demektir... Ele avuca sığmayan ben'i yakalamak için yapabileceğim tek şey farkındalığımı artırmaktan ibarettir; farkındalığımı artırmak için ihtiyaç duyduğum üç şey ise, galiba, yavaşlamak, yavaşlamak ve yavaşlamaktan...

Velhasıl yukarıda bahsi geçen ikilikte; kalp, an'dan an'a değişen ben'i, zihin ise alışılmışlıkları, öğrenilmişlikleri, ezberleri yansıtıyor diyebiliriz. Yalnız zihni bir düşman gibi görmemeyi hatırlayalım. Krishnamurti'nin de dediği gibi, evime gitmek için evimin yolunu, caddeleri, sokakları; akan trafikte nasıl yol alacağımı vs. bilmem gerekir, bu zihinsel bir süreçtir ve bunda yanlış bir şey yoktur. Burada zatıalilerinin pratikliğinden faydalanıp hayatımızın akmasını sağlıyorsak ne âlâ. Kendisi şahane bir kolaylaştırıcıdır, yeter ki efendimiz hâline gelmesin.

Ne kadar hızla hareket ediyor, ne kadar hızla düşünüyor, ne kadar hızla konuşuyorsam; o kadar alışkanlıklarım ve halihazırda bildiklerim rehberlik ediyordur bana. Yani an'daki ben değil, an'ların sonucunda oluşmuş benliğim. Benlik olgusu ben'e düşman değildir, onun en güzel bir yardımcısı olma potansiyeline sahiptir. Fakat günümüz insanı ben'i unutup benliğe yapışıp kaldığı için acı çekmektedir (bence). Zira oluşmuş olan benliğe yapışıp kalınıyor ve anbean yeni sürüme güncellenmek isteyen ben'in kim olduğunun farkına bile varılmıyor. Bu, bir şekilde oluşmuş ve yüzümüze yerleşmiş bir maskeyi çıkarmayı akıl bile edememek gibi bir şey. Oysaki gerçek ben, maskelerin ardında gizli ve bunları çıkarmadığımız süreci kendi anlık suretimizi kendimiz bile görmüyoruz; aynaya baktığımızda da yine, maskeyi görüyoruz.

Maskeyi çıkarmak için durmam, nefes almam, yavaşlamam gerekiyor. Yavaşlayayım ki farkına varayım. Hayatın koşturmacası içinde iken kendimi çok güzel oyalayabilirim, "çok mühim işler" peşinde koşturabilirim, bir sürü, bir sürü şey yapabilirim ama benim dışımdaki tüm bu şeylerle ilgilenirken en yakınımda durup duran içimdeki ben'e erişemem. Erişemediğim ve ulaşamadığım ben, içimde titreşir durur, türlü yoldan kendini hatırlatmaya çalışır; lakin kendimi görmek, duymak için dikkatime ihtiyaç vardır. Dikkatim, odağım neredeyse onu görür, onu duyar, onu yaratırım. Kendimden uzak düştüğüm, dikkatimi kendime vermediğim ezbere bir hayat yaşıyorsam, kendimi yaşayamaz, kendimi gerçekleştiremem. Şeyler olur, olur, olur; ben de onlarla birlikte, bir şekilde süzülür giderim, içimdeki ben'e gerçek anlamda hiç dokunmadan.

Tepkilerle yaşarım; duvar tenisindeki duvara dönüşürüm. Üstüme bir top gelir (etki), gelişine yapıştırırım (tepki). Topun yönünü değiştirme iradem yoktur. Top bana hangi açıyla ve hangi falsoyla çarparsa ona göre bir yere düşer. Verdiğim şey karşılık değil, tepkidir. Ve tepki, hızla verilir; zamana, sindirmeye fırsat yoktur. Düşünmeye, hissetmeye gerek yoktur; ne zaman ne yapacağım, hangi söze nasıl cevap vereceğim, hangi davranışı nasıl yansıtacağım bellidir.

Karşılık vermek öyle değildir. Karşılıkta duvar bir çeşit süngere dönüşür; gelen topu soğuruverir, bir süre onla kalır, hemhal olur ve bu süreç sonucunda bir yerlere iletir onu, kendi varlığından bir şeyler ekleyerek. Karşılık vermek için zamana ihtiyaç vardır; geleni almak, bir süre onla kalmak ve bunun sonucunda iletmek icap eder. Konuya, duruma, kişiye göre bu zamanın uzunluğu değişebilir ama en basit karşılıkta bile, an'daki ben'in farkına varabilmek için en az bir nefes almak ve bu an'a dönmek icap eder. Bazı karşılıklar ise birkaç dakikayı, saati ya da günleri, haftaları bulabilir. Gelen topun niteliğine ve o topu işleyebilme yeteneğime göre değişir bu.

***

Karşılık veren çok matah da tepki veren çok mu kötü yani? Tabii ki hayır. Sadece ve sadece, hayata tepki yerine karşılık vermeyi becerebilen -ya da becerdiğini sanan- ve bunun mutluluğunu yaşayan biri olarak, doğru bildiğimi paylaşmak hoşuma gidiyor, hepsi bu.

Maskeyi çıkarmamak, ben olmaya uzak düşmek, benliğine yapışıp kalmak; bunları da kötü diye adlandırmam; ne haddime... Ancak bu durumda; varoluşun keyfine, neşesine erişmek ne mümkün! Şu an içimde bu neşe ve coşku oluşuyor mesela ve bu yazı, bunun sonucunda ortaya çıkıyor.

Bu satırları, tam da şu an'daki oluşumun gerçekliği çerçevesinde yazıyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum; içimin kıpraştığını hissediyorum; kıpraşmaya bakıyorum ve ne zamandır dikkat kesilmiş olduğum bu konu "yaz artık beni" diye zıplıyor orada bir yerde; çağrıyı duyuyor ve cevap veriyorum: Ne yazacağıma dair bir fikrim yok, sadece ilk paragraftaki örneği ekrana dökeceğimi ve kelimelerin beni bir yerlere götüreceğini biliyorum. Bu süreci asla ve kat'a kurgulayamam, ne yazacağımı bilemem. Süreç kendini var etmek için titreşiyor ve beni göreve çağırıyor; bense titreşime kendimi bırakıyor ve kendiliğinden çıkmakta olan cümlelere araç oluyorum.

Becerebildiğim ölçüde yavaşlıyorum, boşalıyorum ve yaşamın beni doldurmasına, beni kullanmasına izin veriyorum. Sanki...

***

En başa dönmek gerekirse, Likya Yolu etkinliği halen kalbime düşmüş değil mesela ve bu nedenle, beni bunu yapmaya çağıran tüm o güzel nedenlere rağmen, şu hâlimle, şu ruhumla böyle bir çağrı yapmayacağım. Yarın veya bir hafta sonra bütün bunlar değişirse, neden olmasın... Ama içimde böyle güçlü çağrılar hissetmeksizin mümkünse hiçbir adım atmayayım. Niyetim budur.

***

Okuyucuya not: 

Eğer ki bu satırlar bir yerlerine dokunuyorsa ve sürecimi, yaşamımı desteklemek istersen lütfen bana ulaş. 

Bu yazıyı, iyice yavaşladığım ve bir şeyler yapmak için kendimi iteklemediğim şu zamanlarda, bana çok iyi gelen yoga derslerine adamak istiyorum. Kim bilir, belki bir ya da birkaç aylık ödemem, bu yazı aracılığıyla gelip bulur beni. Pek de sevinirim. 😊

emreertegun@gmail.com