Sayfalar

22 Aralık 2012 Cumartesi

Olan biteni, gündemi tekrar takip etmeye başladım şu sıralar. İlgisizliğimin ne kadar süreceğini merak ediyordum; bu kadarmış. Gerçi yine eskisi kadar da değilim, en azından şimdilik.

Yaşanan çok kötü olayların yıl dönümleri yaklaşıyor, Roboski gibi, Hrant'ın katli gibi. İçinden geçtiğimiz günlerde de Maraş olaylarının, Hayata Dönüş (!) operasyonunun dönümlerini yaşıyoruz. Bir sürü boktan şey olageldi bu ülkede. Nereye elini atsan katliam, haksızlık, cinayet, yerinden etme, haksız tutsak etme, adil yargılaMAma çıkıyor.

Bazen çok yılıyorum bütün bunlardan. Galiba bir süre uzaklaşma durumum da bundandı. Çoğunlukla da (son birkaç ay haricinde), tam da bu kadar pislik olup bittiği için, elimden geldiğince mücadelelerin içinde yer almak istiyorum. Meydanı boş bulsunlar istemiyorum; benim gibi düşünen insanlar bir kişi eksik kalsın istemiyorum.

Kendi içimi daha iyi görebiliyorken bunu kaybetmek de istemiyorum, öte yandan. Bu meselelerle o kadar dolup taşıyordu ki kafam, aktif olarak işe yarar çok şey yapmasam bile beni bloke ediyordu. Dengeyi kurmak lazım işte. Önemli bu; unutmamalı!

21 Aralık 2012 Cuma

"paylaşma, kendini deşifre etme" gibi şeyler

-Ön not: Aslında "Paylaşasım geldi"de bitmişti yazı; sonra bi baktım devam ediyo.-

Buradaki yazıları genelde büyük bir heyecanla yazıyorum, çünkü içimden taşan şeyler oluyor. Yazarken de, -en azından bazen- çok şahane yazıyormuşum gibi geliyor. (Gülücük) Birkaç hafta sonra okuduğumda ise -elbette ki- hiç de şahane olmadığını fark ediyorum. Hatta saçma falan buluyorum bazen, ya da saçma olmasa da gereksiz... Gereksiz yere kendimi anlattığımı fark ediyorum, gereksiz detaylar falan... Paylaşasım geldi.
--------
Bir de, özellikle ilk paylaştığım gün ve sonrakinde, kaç kişi tıklamış, kaç kişi okumuş diye takip ediyorum heyecanla. Bir yandan da facebook'ta paylaştıysam kaç kişi "beğen"miş falan. Ne olacak bu onaylanma ihtiyacı, ne gereksiz... Hele ki sosyal medya üstünden olan hali. Sırf bunu aşmak için facebook hesabımı dondurmayı, blogu da kapatmayı düşündüm bir ara ama yapmadım, şimdilik.

"Sırf bunu" dedim de, sırf bu da değil. Yani sadece onaylanma değil, burada (sosyal medyada) var olma hali, her şeyini paylaşma ihtiyacı ve bu ihtiyacın artması. Daha da beteri, paylaşmadığın şeyin yaşanmamış gibi olması. Ve daha daha beterini (abartıyor muyum ki?) paylaşıcam şimdi, biraz kendimden utanarak. Mesela Alanya'ya geldim geleli (30 Kasım'dan beri) bi' denize gireyim istiyorum. Özellikle ilk günler hava daha ılıktı, denizler zaten henüz çok soğumadı. Neyse... Gidemedim gidememesine de; aklımdan şu tip düşüncelerin geçiyor olması çok hastalıklı değil mi? "Denize gidicem de, bunu paylaşmak lazım, nasıl fotoğraf çekicem? Sahil de bomboş, kimseden rica da edemem fotoğrafımı çekmesini. Sahilden denizin fotoğrafını çeksem en azından. Ama o da yetmez ki; denizdeyken çekilmek lazım, Aralık'ta denize giriyoruz şurada." gibi gibi şeyler işte...

Yetmiyor artık, bi'şeyi yapıyor olmak. Gösteremediğimiz, paylaşamadığımız şeyleri yaşamamışız gibi geliyor hatta; ve hatta belgeleyemeyeceğimiz şeyi yapasımız kaçabiliyor falan. Tuhaf yahu. İşin doğallığı da kaçtı sanki iyice. Ne biliyim...

-Bu arada, an itibariyle bu yazıyı paylaşacağımdan emin değilim ama paylaşırsam bu cümleyi de silmeyeceğim. Nedense bu tereddüdümü de aktarasım var çünkü.-

Ben yine kendi durumumu iyi görüyorum gerçi, çevremdeki birçok insanın, yukarıda paylaştıklarımı misliyle hissettiklerini görüyorum. Ve bunları -en azından henüz- sürekli olarak hissetmiyorum; sadece zaman zaman artıp azalıyor. Ama henüz tam olarak bağımlı saymıyorum kendimi, istesem şu dakika kapatırım hepsini. Cidden. Valla! (Gülücük)

Yukarıdaki deniz meselesi sadece örnek. Ne bileyim, arada çıkıyorum sahilde koşuyorum mesela, paylaşma ihtiyacı duyuyorum, her seferinde olmasa da bazen. Yahu koştun alt tarafı, niye paylaşasın? Bu, insanları neden ilgilendirsin?

Çaktırmadan bunu da paylaşmış oldum ve rahatladım, ayrı. (Gülücük)

Daha bir sürü şey geliyor aklıma da toparlayamıyorum. Ama ana fikri verebildim sanki biraz olsun. Üstünde düşünülesi bi konu bence. Hep "Cep telefonları yokken ne yapıyorduk?", "Televizyon yokken ne yapıyorduk" gibi cümleler kurulur ya, şimdi de "Sosyal medya yokken ne yapıyorduk? Paylaşma ihtiyacını nasıl karşılıyorduk?" diye sorma zamanı galiba. Şimdi Filiz söyledi bunu; ondan şey ettim.

"Siyah Koku"

Çok akıl almaz bir kitap okudum, çok başkaydı...

Kitap yorum yazısı yazabilecek biri değilim bence, zaten bu bi kitap yorum yazısı da değil ama "Bu kitabı okuyun" diye bi çağrı belki. Herkese...

Kitabın adı "Siyah Koku", yazarı Gülayşe Koçak, Yapı Kredi Yayınları'ndan basılmış, 1.baskısı Şubat 2012.

Aslında kitaptan nasıl haberdar olduğum konusu da ilginç, paylaşasım var: Bahar diye bir arkadaşım var, İstanbul 2010'da beraber gönüllü idik. Yaklaşık 2 yıl görüşmedikten ve karşılaşmadıktan sonra bi konferansta karşılaştık, bu yılın Mayıs'ı, Haziran'ı falan. Biraz sohbet ettik falan, sonra bi anda bana bu kitaptan bahsetti, ne kadar etkilendiğinden falan. Yazarın adını sanını duymamışım, kitabı da ilk kez duyuyorum. Ama bahar o kadar coşkulu ki, not ettim defterime. Bi yandan da hep dertlendiğim bi konudur, okunacak ne çok kitap olduğu, bunlara yetişmenin imkansızlığı falan. Yani kaç yıl sonra gördüğüm bi arkadaşın tavsiyesini yerine getirmemek için binlerce, milyonlarca nedenim de vardı ve muhtemelen getirmezdim de. Ama getirdim! Zira Bahar bana coşkuyla kitaptan bahsettikten kısa bir süre sonra (belki 1 saat, belki öğleden sonraki oturum falan) bir de baktık ki, Gülayşe Koçak tam da arkamızda oturuyor ve biz onunla sohbet ediyoruz. Nasıl fark ettik, ne oldu hiç hatırlamıyorum ama oldu. Hani öyle evren mesaj gönderir, bilmem ne olur, çok inanmam ama gönderdi yahu! Resmen gönderdi.

Yine de defterimde bikaç ay yazılı kalmış kitabın adı, karıştırırken rastgele gördüm aylar sonra. Tam da birkaç kitap siparişi verecektim bir siteden, bunu da ekleyiverdim. Yok kitap gecikti, yok kitaplar geldiğinde ben yollardaydım derken nihayet son 3 günüm bu kitapla geçti. Ama ne geçmek...

Arka kapakta diyor ki; "Gülayşe Koçak'ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da..."

Bunlar var ama bunlardan çok daha fazlası var kitapta. Dünya farklılaşmış, iyice "plastikleşmiş", her şey yapay, her şey sahte; yiyecekler, içecekler, davranışlar, gülümsemeler, her şey! Su bile... "Eee bugün de öyle değil mi?" demeyin, çok daha kötü, bin beter. Bu plastik dünyada, tam da yukarıda yazan tarz bir aşk ilişkisini anlatıyor. Ama arka planda şu anda temelini attığımız çevre sorunları var, azınlıklara olan yaklaşımlar ve azınlıklar açısından bakış var; sonra doğa katliamları da var, yaşlılığa olan bakış da, sevgiye ve -özellikle- anne sevgisine bambaşka yaklaşımlar da... Dahası da var hatta ama bu kadar çok şeye değinen bir romanda bunların hiçbiri sakil, alakasız falan da durmuyor. O kadar ustaca yerleştirilmiş ki...

Anlatması çok zor ve beceremediğimin farkındayım ama okuyun bence. Okuyun ve üstüne konuşalım mesela...

Ben en az 1 kere daha okuyacağım yakın gelecekte, zira sindirmek için en az 2 kere okunası...

9 Aralık 2012 Pazar

İçimdeki Emre'ler

Kafam yine çok karışık. Yine bir sürü uçuşan şey, yine yapmak istediğim çok fazla şey, yine benden sadece 1 tane olduğu ve istediğim her şeyi yapamayacağım ve bütün bunlara yetişemeyeceğim gerçeği.

İçimde bir Emre var, ki sadece son birkaç aydır ortaya çıkmış durumda olmakla birlikte bu aralar çok baskın. Diyor ki, "Takıl abi, keyfine bak, içinden ne geliyorsa onu yap. Kendi doğrularınla yaşa, Gandhi'yi dinle ve görmek istediğin değişimin kendisi ol. Olabildiğin kadar. Çok da büyük düşünmeden, o büyük düşüncelerin ve hedeflerin içinde kaybolmadan". Bu Emre, 5 ay öncesinin Emre'sinden çok farklı; haber izlemiyor, gazete okumuyor, gündemi çok çok az, ucundan kıyısından takip ediyor. Tüm sorumluluklarından sıyrıldı ve yollara attı kendini. Kah Likya yolunda yürüyor, kah eko çiftliklerde gönüllü olarak çalışıyor, kah bir festivalde İngilizce sunuculuk yapıyor, kah annesinin evinde tembellik... Bütün bunları ve çok daha fazlasını tamamen plansızca gerçekleştiriyor. İçinden geldiğince, neredeyse %100 özgürce.

Böyle miydi... 5 ay öncesinin Emre'si mutlaka her gün gazete okuyan, ayrıca haber izleyen, yetinmeyip tartışma programlarını takip eden, son zamanlarda bir de twitter üzerinden olan biteni dakika dakika takip eden, sıkça yürüyüşlere, mitinglere katılan, bir STÖ'de çalışmanın yanı sıra diğer birkaçında da gönüllü olan/olmaya çalışan, aktivist denebilecek bir adamdı. Hedefi dünyayı kurtarmaktı. Yani bunun o kadar kolay -ve muhtemelen mümkün- olmadığının farkındaydı da en azından kendini buna vakfetmişti. En azından kafaca...

Başka Emre'ler de var aslında ama özellikle bu ikisi çok çatışıyor. Son zamanlarda ortaya çıkan ve şu anda galip görünen Emre'yi 5 ay öncesinin Emre'si bayağı sıkıştırıyor zaman zaman. Ciddi kavga halindeler, içten içe. Uzayıp gitmiyor kavgalar; şimdinin Emre'si akışa bayağı inanıyor çünkü ve susturuyor diğerini. "Dur dostum!" diyor, "sakin ol, yavaş... Şu anda hayatından memnunsun, keyfini çıkarıyorsun, hiçbir şeyi zorla yapmıyorsun, kendini daha fazla keşfediyorsun, böylece dünyayı da daha fazla keşfediyorsun, bozma bunu." Diğer Emre kabulleniyor durumu; en azından şimdilik öteliyor dünyayı kurtarma isteğini; "Zaten kendimi keşfetmeden dünyayı kurtaramam." düşüncesine yaklaşmış durumda. Bir yandan da içi gidiyor ama, olan bitene az da olsa kulak kabartıyor çünkü. Ülkenin doğusunda bir savaş devam etmekte, devlet ısrarla vuruyor, diğer taraf da öyle. Hala yapıyorlar bunu; sonuç alamayacaklarını bilseler de durmuyorlar. Devlet silahla vurmakla da kalmıyor, şimdi de dokunulmazlıklara göz dikti. Fezlekeler kapıda! Neyse yarım yamalak takibimle siyaset yazmak istemiyorum ama durum kabaca bu. Komşuda gidişat fena. Gelen mülteciler, zor koşulları... Gelemeyenler, her gün ölen onlarcası, yüzlercesi... Pınar Selek defalarca beraat ettiği davadan bu kez suçlu bulunuyor, bu apayrı ve korkunç bir hikaye, ibretlik. Ombudsmanlık geliyor Türkiye'ye ve ilk ombudsmanımız Hrant'ın ölümüne giden yoldaki taşlardan birini döşeyen karara imza atan bir adam mesela. Bu arada Taksim'in içine ediliyor, yetmiyor, Beyoğlu'nun simgelerinden biri olan İnci Pastanesi boşaltılıyor...

İşte bütün bunlar olup biterken bir kenarda kendi keyfine bakmayı da yediremiyor eski Emre, ama dedim ya diğeri daha baskın şu sıralar. e-imza kampanyalarına katılmaktan fazlasını yapamıyor şimdilik, dünyayı kurtarmaya ilişkin. En azından diğer kurtaranlara bu şekilde destek vermek istiyor. Bu e-imza kampanyaları, clicktivism-slacktivism gibi isimler alan konular apayrı bir tartışma konusu bu arada ya... Bu arada kendi yaşamında gördüğü en olumlu politik oluşumu (Yeşiller-EDP birleşmesi ve ortaya çıkan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi) takip etmeye çalışıyor ama içinde yer alacak gücü yok şimdilik. Çok olumlu işler yapsalar da, çok güzel bir örgütlenme stratejisi deniyor olsalar da, halktan istenen ilgiyi göreceklerine dair de ciddi bir karamsarlık içinde, maalesef. Umarım yanılır.

Bu 2 Emre'nin yanı sıra (tamamen dışında da değil) diğer konularda da kararsızlık yaşayan, daha doğrusu her şeyi yapmak isteyen maymun iştahlı biri var karşımızda. Hem sürekli seyahat etmeyi, hem de ev hayatını seviyor bu adam; bir yandan tekrar gitar çalmaya başladı ufaktan, bir yandan bir vurmalı çalgıya ciddi olarak eğilmediği için üzülüyor, zira belki de hayattaki en büyük yeteneği "ritm". Bir yandan oyun konusuna kafa yormak ve geleneksel olan/olmayan birçok oyun öğrenmek, bunları araştırmak istiyor, öte yandan hala hiç kayak yapmamış olduğuna şaşırıyor. E zaten dünyayı kurtarmakla kendini özgürleştirmeyi birleştirememiş, arada kalmış ve seçim yapmak zorunda hissediyor. Dünyayı kurtaracak STK işleri büyük şehirlerde fakat bir süredir şehre uzak hissediyor. Ekolojik yaşama, eko-köy düşüncesine sardı bu aralar; hiçbir şey bilmediği bu konuyla ilgili bir şeyler öğrenmeye başladı. Orta vadede bir eko-köy girişimi için "neden olmasın?" diyerek heyecanlanmaya başladı mesela... Yemek konusunda kendini geliştirmek istiyor bir yandan; çok seviyor çünkü. Hatta sadece ev yemeklerinden oluşan mütevazı bir yer açmayı da düşünür zaten zaman zaman.

Dahası var; uzar gider bu. Ama reyting kaygısıyla kesiyorum burada. Çok da fazla olmayan okuyucuları baymamak lazım. (Gülücük)

Ama bütün bunları bir kişi yapabilir mi ki? Nasıl birleşecek bunlar? Nasıl seçim yapmalı? Seçim yapmalı mı? Akışa bırakmaya devam etmek mi? Eski Emre'yi aktive etmek mi? Gandhi'ye kulak kabartıp, görmek istediğin dünyanın çok küçüğünü yaratmaya çalışarak örnek olmaya çalışmak mı? Bunları birleştirmenin yolunu mu aramak yoksa?

Bilmiyorum...