Sayfalar

27 Mayıs 2015 Çarşamba

küçük bir aydınlanma

Dün yaşadığım aydınlanmayı paylaşmak istiyorum ama çoğu zaman olduğu üzere, nereden tutacağımdan emin olmayarak başlıyorum.

Şu sıralar, zaman zaman içimin sıkıştığını hissediyorum. Ne yapacağımı bilememe hali, bir çeşit tatminsizlik... Hayatımda hemen her şey fazlasıyla yolunda ama bir şey eksik sanki. Bu da, galiba, sarıldığım, beni tutan "bir" uğraşımın olmaması. O kadar çok şeye yetişmeye çalışıyorum ki istisnasız, hepsi yarım yamalak kalıyor. Bu durum her zaman rahatsız etmiyor beni, bir koltukta üç beş karpuz taşımaya çalışmayı seviyorum ama bu karpuzların hepsi yere düştüğünde hiçbirinin tadını tam olarak çıkaramıyorum. Yere düşen karpuzun içi çabuk geçiyor ya, ondan belki.

Bahçede çalışmayı ve gıdamı yetiştirmeyi çok istiyorum mesela. Bazen çok gaza geliyorum, dört elle sarılıyorum ama bazen de uğraşasım gelmiyor. Konuyu yeni yeni öğreniyor olmamın da etkisiyle çok araştırmam, okumam, birilerine durmadan bir şeyler sormam falan lazım ama bunu yapmaya üşeniyorum. İstiyorum ki hap çözümler olsun, pıt diye halledebileyim hepsini.

Kitabımı son haline getirip yayımlatmayı çok istiyorum ama üzerinden defalarca geçtiğim için bunu yapmakta da zorluk çekiyorum. Bir çeşit körlük yaşıyorum çünkü artık, aynı şeylere baka baka. Ama başına oturacağım bugünlerde, söz!

Sosyalleşmeye ihtiyacım var, biraz da köyden uzaklaşmaya belki... Ama bunu yaptığım takdirde üstteki iki madde sekteye uğrayacak.

Havalar iyice kavrulmadan trekking yapmak istiyor idim mesela ama yine -özellikle- o iki madde nedeniyle bunu da geciktiriyorum ve artık sanırım Güz'e kadar bu iş bekleyecek. Ya da Temmuz'da Kaçkarlarda bir yürüyüş ayarlasam diye düşünmüyor değilim.

Daha bir sürü madde var; atölyeler organize etmeye devam etmeyi, blogda daha fazla yazıp çizmeyi ve daha birçok şeye (mesela daha dün, köylü üreticilerle Dalyanlı tüketicileri bir araya getiren bir etkinlik organize ettik) daha sarılmayı istiyorum ama yetişemiyorum işte. Bu maddelerden herhangi biri çok kuvvetli şekilde öne çıkmayınca da -en başlarda yazdığım gibi- hiçbirine tutunamıyorum tam olarak. Bunu da dün Burcu'yla konuşurken netleştirebildim, o da benim gibi bir sürü şeye aynı anda koşmaya çalışan bir insan olarak beni iyi anlıyor. Ama o, bir süredir keçe ve dikim işlerine kendini verdi ve tutunma noktasını buldu. Ben henüz bulamadım ama bakmaya devam ediyorum.

Aydınlanmama gelemedim. Yine dünkü konuşmada, kendime, son zamanlarda en çok hangi anlarda coşkulu hissettiğimi sordum; cevap, bir hafta önce Begüm ve Kenan'la (Dalyan'dan bir arkadaşımız) yapmış olduğumuz sohbet sırasında ve son günlerde Bookchin'in Ekolojik Bir Topluma Doğru'sunu okurken oldu. Her ikisinde de doğrudan hayatıma uygulayabileceğim ve üzerine yazıp çizebileceğim konular söz konusu idi. Ekolojik yaşam, topluluk olarak yaşamaya dair hayallerimiz, armağan ekonomisi uygulamaları vs. Bu, yeni bir keşif değil elbette ama yeni olan, bu konular için kendime rahat bir alan yaratmamış olduğumu fark etmem oldu.

Evde, kendim için, bir çalışma alanı yaratmak hiç aklıma gelmemiş, çok ilginç bir şekilde! Okumayı, yazmayı, kendim için bir sürü yapılacaklar listesi oluşturup bunları uygulamayı bu kadar seven "ben"in, bunu yapabilmek için -kendisinden başka- beş tane araca ihtiyacı var: 1 - Sessiz ve sakin kalabileceği bir oda, 2 - Rahat bir sandalye, 3 - üzerinde çalışabileceği, yayılabileceği, dağıtabileceği bir masa, 4 -hiç olmazsa- vasat bir bilgisayar ve 5 - internet bağlantısı.

Biliyor musunuz, bu beşinin hiçbiri tam olarak yok bende. 1 - Evde öyle bir alan yok ya da ben henüz yaratamadım. 2 - Değil çalışmak için, normalde oturmak için de rahat bir sandalyemiz, koltuğumuz yok; şu an için, olanla yetiniyoruz. 3 - Öyle bir masam da yok. 4 - Netbook'um fena durumda ve bir süredir Burcu'nun -yine pek de iyi durumda olmayan- bilgisayarını ortak kullanıyoruz. 5 - Vınn'ımız var ve doğrudan bilgisayara bağlı çalıştığı için, birimiz kullanırken diğerimiz mahrum kalıyoruz. Ayrıca kotalı olduğu için çok dikkatli ve sınırlı kullanmamız gerekiyor. Bu ay ilk kez kotayı doldurduk mesela ve şu anda Dalyan'da bir arkadaşın otelinden giriyorum internete.
Bir de bilgisayar bendeyken bile hep diken üstünde hissediyorum, Burcu'ya lazım olacak diye.

Bütün bunları ağlanmak için değil, bugüne kadar hiç düşünemediğime şaşırdığım için yazıyorum. En sevdiğim şeyi yapmak için gerekli olan koşulların hiçbirini sağlamamak, dahası bunun aklıma bile gelmemesi çok acayip bir şey.

Sonra sohbete Begüm'de katıldı ve biraz daha netleşti her şey. Tüketmemeyi, azla yetinmeyi, minimumla yaşamayı o kadar içselleştirmişim ki yukarıda bahsettiğim konuları çözmeyi akıl bile edemiyorum. Çözülecek bir konu olduğunu göremiyorum çünkü!

Geçtiğimiz aylarda, koltukta iki büklüm oturup -kucağımda küçük bir netbook- kitap yazmaya çalışırken tek bir an bile şöyle rahat bir ortamda, büyük bir ekranda çalışma düşüncesi aklımın ucundan bile geçmedi. Çok acayip!

Galiba ben biraz (biraz mı?) abartmışım. Gönüllü sadelik olayı iyi güzel de kendime biraz özen gösterirsem, çalışabilmem için daha uygun koşulları sağlayabilirsem, hem tatmin olacağım hem de daha rahat koşullarda üretip dünyaya daha fazla hizmet etme şansı bulacağım. Bu beş maddenin beşini birden hemen sağlayamayabilirim ama adım adım gidersem şahane olacak!

Kendime asgari çalışma ortamını ve koşullarını sağlamazsam nasıl olacak ki bu işler...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

21 Mayıs 2015 Perşembe

Bir arkadaşa oy verip çıkacağım!!

Aslında geçtiğimiz yıl, bundan böyle oy kullanmamaya karar vermiştim ama HDP'nin seçimlere parti olarak gireceğini duyunca "son bir iş için" vermeye karar verdim ve vereceğim de.

Artık gerçekten de sistemi beslemek istemiyorum, hiçbir şekilde... Oy verdiğimde, oy verdiğim parti veya adaydan önce sisteme onay verdiğimi düşünüyorum zira. Sisteme bu kadar inanmazken, onun bu kadar dışına çıkma çabasında iken, önemli bir parçası olan seçimlerde yer almak çok şizofrenik bir durummuş gibi geliyor bana.

Ama dedim ya, son bir iş için! Bir arkadaşa oy verip çıkacağım. Hem HDP'nin barajı geçmesini ve mecliste yer almasını zaten önemsiyorum hem de AKP'nin gücünün kesilmesine ihtiyacım var... Sermayenin dur durak bilmeyen yayılmacılığını -en azından- yavaşlatmak için gördüğüm tek umut HDP'nin orada bir şeyler yapıyor olması. Aksi takdirde yaşam alanlarımızı hızla kaybetmeye devam edeceğiz ve kurmaya çalıştığımız yeni hayatlar, yeni sistemler için de yerimiz kalmayacak.

O yüzden yani...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

14 Mayıs 2015 Perşembe

"Şenlikli Ekonomi"

Kafamda uzun zamandır aynı sorular dönüp duruyor: "Fiyatı olmayan bir şeyin değeri nedir?" , "Fiyat, şeyin değerini gerçekten yansıtabiliyor mu?" , "Değer dediğin şey nasıl belirlenir?" , "Zaten tek bir 'değer'e ulaşmak mümkün mü? vs.



Bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzere uzun zamandır bu konulara kafa ve kalp yoruyorum. Kafa yormakla kalsam şu anda vardığım noktalara kesinlikle varamazdım zaten. Hislerimi ve içimde var olan bilgeliği devreye soktuğumda ise epey bir şeyler çıkıyor...

Bu konulara; yani paraya, geçime, ekonomik sisteme neden bu kadar takığım? Çünkü bu konular hayatımızın tam merkezinde ve istisnasız hepimiz için çok canlı. Ve öyle bir konu ki zengini ve fakiri tamamen eşitliyor. Fakir, geçim konusunda ne kadar sıkıntı çekiyorsa zengin de parasını artırma (hadi en azından sabit tutma konusunda) o kadar stres yaşıyor. -En azından benim tanıdığım- nerdeyse tüm insanların ortak sıkıntılı konusu: Para!

Bunlar hayatımızın tam merkezinde olduğu için olsa gerek, başkalarının hayatında da en merak ettiğimiz şeyler kaçınılmaz olarak bunlar oluyor. Siz hiç tanıştığınız birinin size "Bana biraz hayallerinden bahset." dediğini duydunuz mu? Ya da bunu siz söylediniz mi? Veya "Son zamanlarda seni neler mutlu ediyor?" , "Bugünlerde hayatında güzel olan ne var?" , "Herhangi bir konuda desteğe ihtiyacın var mı?"

Ben, sanırım, hiç duymadım. Duyduklarım şunlar: "Ne iş yapıyorsun?" , "E peki nasıl geçiniyorsun?" "E ilerde ne olacak?" , "Peki ya yaşlandığında?" ... Uzatmaya gerek yok sanırım. Hepinizin malumu bu sorular. Zannediyorum ki hemen hepiniz benzer soruları duyuyor, yine benzerlerini soruyorsunuz. Hele ki benim gibi zubidik işler ve fikirler peşindeyseniz veya öyle biriyle konuşuyorsanız...

Hayatlarımız o kadar "geçim" kıskacında dönüyor ki aklımıza ilk gelen soruların bunlar olması ne kadar da kaçınılmaz ve doğal. Doğal da bunları "normal" kabul edip buradan mı devam edeceğiz, yoksa şenlikli ekonomileri mi kuracağız?

Geçtiğimiz hafta sonu İzmir'de ilk Şenlikli Ekonomi atölyesini gerçekleştirdik. Ufak tefek aksaklıklar ve benim de çerçeveyi her zamankinden daha az iyi çizmiş olmama rağmen yine keyifliydi, yine çok güçlendiriciydi. Daha atölye öncesinden niyetlendiğim bir konudaki isteğim bugünlerde iyice kabardı. Bugün facebook profilimde de paylaştım ama bir de buradan yüksek sesle söyleyeyim ki gerekli yerlere mesajlar gitsin, gerçeğe dönme süreci hızlansın: ŞENLİKLİ EKONOMİ adlı bir kitap yazacağım. Hem de çok yakın zamanda başlayıp hızlı bir şekilde bitirmeye niyetliyim ama belli olmaz yine bu işler. Ben niyetimi haykırayım da...

Fiyat, değer gibi konulara giresim geliyor bugünlerde ama ucundan dönüyorum. Yine öyle oldu. Neyse, belki de kitapta uzun uzun yer verebilmem için böyle oluyordur.

Sevgiyle...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

10 Mayıs 2015 Pazar

Annenin işi ne, gece gündüz çalışsın!

Bir ay önce falan kendimi "annemize türkü"yü mırıldanırken buldum. Yıllar sonra nerden geldi aklıma bilmiyorum ama sözleri içimi ürpertti:
Güneşin alası çok, her evin çilesi çok
Analar çeker yükü, kimsenin bilesi yok
                         ----
Çocuğa bakar anne, evine tapar anne
Gece gündüz çalışır, yarını yapar anne
Bu türkü, kadınlara ve annelere neyi layık gördüğümüz ve neleri normalleştirdiğimizi ne kadar güzel anlatıyor. Evin çilesini çeken analar, çocuğuna bakan, evine tapan, gece gündüz çalışan anneler... Bir de içli içli söylerdik bunu, puff!

Eh, bu ve benzeri "bilgi"lerle; şarkı, türkü veya oyunlarla büyüyen çocukların kadın-erkek eşitliğinden bunca uzak olmaları ne kadar da kaçınılmaz...

Bu, sadece ufacık bir örnek tabii. Gerek bu konuyla gerek diğer bir sürü şeyle ilgili tonlarca abuk uygulama ve yaklaşım defaatle yeniden üretildiği ve sonraki nesillere aktarıldığı sürece yolumuz daha uzun.

Ama bugün anneler günüydü değil mi? Kutlu olsun!

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

5 Mayıs 2015 Salı

"ol"mak-"yap"mak karşıtlığı ve diğer bazı şeyler üstüne

Bugün Burcu ile Dalyan'a gittik, bir takım alışverişler yaptık. Bir yıl önce hiçbir şekilde gündemim(iz)de olmayan şeyler alıp duruyoruz. Özellikle, her seferinde nalbura uğramak alışkanlığımız haline geldi. Sürekli olarak bahçe çalışmaları için alınacak bir şeyler çıkıyor. Bugünkü menümüzde, tohumları rahatça ve hızlıca sulamamızı sağlayan, hortumun başına takılan duş başlığı, sürekli ihtiyaç duyup almayı ertelediğimiz kazma, bir de Burcu'nun keçe yaparken kullandığı masayı korumak için plastik bir masa koruyucu vardı. Son madde pek pahalı olduğundan mütevellit Ferdi'den ilk defa indirim istedik ve yaptırdık. ((:

Ama şimdi yazacaklarım bunlarla hiç ilgili değil. Bunları ve diğer bazı ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra oturduğumuz -ve çok sevdiğimiz- harika ötesi çay bahçesinde (üstelik çay 75 kuruş) konuştuklarımızdan yola çıkıp bir şeyler anlatmaya çalışacağım.

Mesela "olmak"-"yapmak" karşıtlığı ve bizim nerede durduğumuz konusu... Zaman zaman atıp tutmuyor değilim, ben artık bir şeyleri yapmak için fazladan çaba sarf etmek istemiyorum, sadece olmak istiyorum, gerisi kendiliğinden akışta çıkıversin diye. Yani günlük akışım bana neyi yaptırıyorsa onlarla yetineyim, fazlasına hiç bulaşmayayım. Özellikle kış ayları çoğunlukla bu halde, çok yavaş ve sakin geçti lakin o sakinlikte bile yapılacaklar listem dolup taşıyordu. Aralık'ta bir gün, bir çırpıda hazırladığım listeye 30'a yakın madde yazıp birkaç gün içinde bunların 40'a ulaştığını gördüm mesela. Geçen gün son bir kez baktım ve yapmadıklarımı yapmak istemediğime veya henüz zamanlarının gelmediğine kanaat getirip yaktım ve rahatladım. Çünkü o kağıt orada bir yerde durduğu sürece, bir ay yüzüne bakmasam dahi yapılmamış her maddenin ağırlığını taşıyor idim.

Yaktım da ne oldu? Her yerimiz yine listelerle dolup taşıyor. Yeni yapılacaklar listesi, alışveriş listesi, toprak işleriyle ilgili araştırılacaklar ve sorulacaklar listesi, Topluluk "Can"dır atölyesiyle ilgili yapılacaklar listesi, Şenlikli Ekonomi atölyesiyle ilgili bir takım listeler, listeler...

Atölyeler demişken... Atölyeler düzenlemek bizi "olmak"tan çıkarıp "yapmak" fiiline yaklaştırmıyor mu? Fikir ortaya çıkarma süreci ile başlayan, tanıtım metni ve başvuru formu oluşturmayla devam eden, baştan sona her türlü hazırlıkları kapsayan ve atölyenin ta kendisiyle -ve tabii değerlendirilmesiyle- sona eren kocaman süreçler ve buna ayrılan ciddi zamanlar... Bütün bu süreç beni "olmak"tan uzaklaştırıyor, burası kesin. Plan, hesap-kitap, koordinasyon vs. yapmam gerekiyor, orası da öyle. Bunla beraber yaşadığım(ız) güzellikleri, heyecanımı(zı) başkalarıyla paylaşmam(ız)a vesile oluyor; kat etmiş olduğum(uz) yolun farklı sürümleri için başkaları da harekete geçmek için cesaretleniyor; içinde bulunduğum kocaman çember daha da büyüyor ve güçleniyor; üstelik bütün bunların üstüne bir de para kazanıyorum. İşte tüm bu güzel nedenlerden dolayı "olmayı" takıntı haline getirmeden bütünün hayrına olduğum şeyleri "yapmaya" da çalışıyorum; elimden, kalbimden ve zihnimden geldiği kadar. Yeter ki bunların hiçbirini "iş" haline getirmeyeyim, rutine döndürmeyeyim. İçim istediği müddetçe devam edeyim, istemediğinde ise omuzlarıma sorumluluk almayayım. Sevgili arkadaşım Güneş'ten öğrendiğim düsturla ilerlesin her şey: Kolaylıkla, rahatlıkla, zarafetle...

Para kazanmak demişken, bu konuya uğramasam olmaz! Atölyeden para kazanıyor olma konusu ile ilgili büyük oranda rahatım aslında ama yine de ara ara içimin sıkıştığı olmuyor değil. Özellikle de 16-19 Mayıs arasında düzenleyeceğimiz Topluluk "Can"dır etkinliği için bir fiyat aralığı önerdiğimiz ve katılımcıların çoğunluğunun arkadaşım olması nedeniyle ara ara rahatsızlık hissetmiyor değilim. Bunu hissetmeme hiç gerek olmadığını biliyorum aslında, önerdiğimiz fiyat aralığının yüksek olmadığını da... Kaldı ki bu aralığın alt sınırını dahi yüksek bulan kişilerin de başvuru yapmasını, bu durumla ilgili ne yapabileceğimizi konuşabileceğimizi tüm içtenliğimizle de belirttik. Aynen de öyle oluyor, şimdiye kadar -yanılmıyorsam- üç kişi bu konuda sıkıntı çektiğini yazdı ve muhtelif çözümler geliştirdik. (Böyle yazınca iyi geldi bu arada.)

Hem ben en iyi bu işleri yapıyorum, armağanlarım bu yönde. Dolayısıyla geçimimi bu işlerden karşılamamda yanlış bir şey yok.

Bunları niye yazıyorum, bilmiyorum aslında. Ya da biliyorum: Bugün Burcu ile konuşurken, yaptığımız bu tip şeylerden para kazanma durumumuzu sorguladı biraz, ona istinaden geldi galiba bu cümleler.

Parayla ilgili diğer konu ise, daha önce birkaç kere değindiğim, güzel ve faydalı işlerden kolay kolay para kazanılamayan, kazanılsa da az kazanılan bir sistemde yaşıyor olmamız. Mesela neden sivil toplum örgütlerinde çalışanlar üç kuruş parayla geçinmek zorunda? Hiç olmazsa yoksulluk sınırında yaşamayı mümkün kılan sekiz on kurum yine idare eder de diğer bir sivil toplum örgütünde çalışmanın çok ciddi bedelleri var. Bütünün yararına çalışan, -üstelik çoğunlukla epey yüksek eğitimli ve donanımlı- kişiler bayağı bayağı yoksun bir yaşama mahkum kalıyorlar. Hem "iyi" bir şey yapıp hem de iyi para kazanmak çok nadir görülen bir olgu. Hadi bu kişiler yoksun da olsalar, iyi-kötü karınlarını doyurabiliyorlar da ölçülemeyen ve "iş" olarak adlandırılamayan güzellikler üreten kişileri ne yapacağız? Nasıl bir sistem oluşturmalı ki bu güzellikler daim olsun? Ne yapmalı da fiyatı olmayan şeylerin değerinin bilinmesi sağlansın? Ya da boş verip yine şu tip cümlelere mi sığınacağız: Yap, yapma demiyorum ama hobi olarak yap. Gir adam akıllı bir işe, paranı kazan, vaktin ve gücün yetiyorsa yine yaparsın güzelliklerini. Ama önce kendini kurtaracaksın aslanım vs. Ne kadar tanıdık cümleler değil mi?

Bence asıl soru, geçen Kasım ayında Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde izlediğim bir belgeselde sorulduğu gibi, "Fiyatı olmayan bir şeyin değeri nedir?" Sahi nedir? Ayrıca bu değer nasıl ödüllendirilir? Bu da bizi apayrı bir yere ve çözüm önerilerine götürüyor ama bunu başka bir yazıya bırakalım.

Not: Özellikle parasal kısımla ilgili kendimi çok şanslı hissediyorum. Bilmeyenler için paylaşayım ki bir yıl boyunca tanıdık/tanımadık insanların destekleriyle geçindim. Şu sıralar ise, çok sık olmasa da arada üç beş kuruş kazanıyorum, arada ailem para yolluyor, ara ara da her yazının -ve bu yazının da- altında bulunan çağrıma destek vermek isteyen birileri çıkıyor ve zaten son derece düşük seyreden harcamalarımı bir şekilde karşılayabiliyorum.

Yine de bilmiyorum; bazen hala, tüm yaşadığım güzelliklere ve aldığım onca maddi/manevi desteğe rağmen durumumun kırılgan olduğunu düşünebiliyor, hayata karşı güvensiz hissedebiliyorum. Bir süre pek ortalarda olmayınca, yazı vs. de yazmayınca -doğal olarak- hiç veya daha az destek aldığımda içimde bir endişe belirebiliyor hala. Tamamen aştım o endişeleri derken çıkıveriyorlar bir yerden. Ama şükür, çok barınamıyorlar. Geldikleri gibi gidiyorlar.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Şenlikli alışveriş ilişkileri kurmak

Püff, bir buçuk aydır yazmamışım buraya. Aslında yine bir takım fikirler, uygulamalar uçuşuyor kafamda, yazılası konuları oraya buraya not ediyorum ama yazma işini fiiliyata geçirme işi bir türlü olamadı şu sıralar. Vardır bir nedeni...

Aldığım notlardan biri de (hem de 5 Ocak'ta) toplumsal fayda yaratan şeylerin bireysel fayda ile çatışma durumu. Bir şey anlamadınız tabii ama merak etmeyin, aşağıda anlatmaya çalışacağım. Bunu yazıya dökmemi sağlayan fişeği ise profilinde şunu paylaşarak Hakan Ozan Erzincanlı* yaktı:
Ziraat mühendisleri Face grubunda şu anda bu soru tartışılıyor:
Herkes burada bahçesinde ki hastalığı, zararlıyı sorup öğreniyor, hangi ilacın ne kadar atılacağını öğreniyor. Eeee ziraat mühendisleri ne kazanacak o zaman ?
 "Tamam," dedim, "buradan girerim artık bu yazıya!" Ve giriyorum...

Sanırım hemen herkesle, sistemin acayip yanlış kurgulandığı ve işlediği konusunda hemfikirizdir. Yanlış kelimesini kullanırken üç kere düşünüyorum aslında. Zira hemen soruveriyorum kendime: "Kime göre yanlış hocam?" Ancak hem insan topluluğunun çoğunluğuna hem de doğadaki diğer varlıklara zarar vermekten kazanan bir azınlığı kutsayan ve kutlayan sistemin yanlış olduğu konusunda, kusura bakmayın ama fena halde netim.

Hakan'ın örneği üzerinden gidersek, bunu soran, sorgulayan ziraat mühendislerini biraz olsun yadırgamadığımı paylaşayım. Yerden göğe kadar haklılar. Kendi geçimlerini sağlamaları, bu tuhaf sistemde, insanların üretim sürecindeki sıkıntılarla başa çıkamayıp onlardan yardım istemelerine bağlı. Peki nasıl olacak'ın cevabını yine Hakan'ın yorum kısmında yazdıklarından yola çıkarak bulmaya çalışacağım ama önce örnekleri çeşitlendirelim mi?

Doktor dediğin kişi ve aslında bütünüyle sağlık sektörü, insanların hastalıklarından nemalanmıyor mu? Bir diş hekimi kurumsal bir vizyon yazmaya kalksa, bütün insanların dişlerinin çok sağlıklı olduğu bir dünya hayalini koyar mı vizyona? Koymaz! Nasıl koysun! Veya aynı diş hekimi, dişleri temizlemek ve korumak için öyle bir yöntem biliyor olsun ki bir daha hiç kimsenin dişçiye gitmesi gerekmesin. Ne yapar? Muhtemelen bunu kokakolanın sırrından bile iyi saklar ve kimsecikler öğrenmesin ister. Garip mi?.. Ama gerçek, değil mi?..


Nereye baksam benzer bağlantıları kurabiliyorum. Çok da toplumsal olmayan bir örnekle devam ama mantık aynı... Olmaz ya, mesela kurumsal hayata dönmüşüm ve bir şirkette çalışıyorum. Ne bileyim, 10.000 TL maaş alıyorum diyelim (madem olmayacak bir şeyden bahsediyorum, çıtayı yüksek tutalım). Sonra bir gün öyle bir yol keşfedeyim ki keşfettiğim yolu kullandığımız takdirde benim yaptığım işi bilgisayar kendiliğinden yapabiliyor olsun. Şimdi ne olacak? Bulduğum yolu şirketle paylaşırsam, bu yolu kullanırlar, beni de şutlarlar, işsiz kalıveririm. Paylaşmazsam ise çok daha verimli, konuyla ilgili herkesin daha iyi bir duruma gelebileceği bir kazan-kazan durumuna gelemeyiz. Mesela, şirketle konuşsam ve durumdan bahsetsem ve desem ki "Ben size bulduğum bu yöntemi anlatayım, bundan sonra bu işi bilgisayar yapsın. Siz de bana biraz daha az maaş (çok taviz yok, 8.000 TL iyi bence) vermeye devam edin, ben yan gelip yatayım. İşler yürümeye devam etsin, ben keyfime bakma şansı yakalayayım, siz de biraz daha az maaş vermiş olun." Gel gelelim, herkesin daha memnun olacağı, bütün tarafların kazanacağı böyle bir seçeneğin uygulanması pratikte muhtemelen mümkün olmayacaktır. Neden? Olmaz işte!

Bu son örnek anlaşılır oldu mu bilmiyorum ama sistemi gerçekten de acayip sıkıntılı görüyorum. Bireylerin çıkarlarının peşinden koşmaları, toplumsal veya -yerine göre- kurumsal iyiyi getirmiyor, burası bana göre çok net. Bunu nasıl değiştirebiliriz? Ne yaparsak dönüşümün bir parçası oluruz?

Bu sorulara verilecek hap cevaplarım yok elbette. Ancak ne zaman bu tip sistemsel şeylere takılsam, dönüp dolaşıp topluluk olmaya gidiyor kafam. İhtiyacımız olan her şeyi üretebildiğimiz büyükçe bir toplulukta ziraatçı da olacak, şifacı da, marangoz da... Hiç kimsenin yaşaması, ihtiyaçlarını gidermesi, ona iş düşmesine bağlı olmayacak. Belki bir veteriner, altı ay boyunca veterinerlik anlamında hiçbir şey yapmayacak ama -örneğin- keçilerde salgın bir hastalık baş gösterdiğinde gerekeni yapacak. Marangoz, sandalyeleri o kadar kaliteli üretecek ki yıllarca yenilenmelerine gerek kalmayacak. Böylece belki zamanla ona daha az iş düşecek ama bu bir sorun olmayacak. Kimse de çıkıp "Sana ihtiyacımız yok artık!" demeyecek, dememeli! Kaldı ki güven ve sevgi ortamı bir kez kurulduktan sonra böyle şeyler gündeme bile gelmeyecek. Kaldı ki boşta olan kişi(ler), diğer bir işe destek olacaktır. Buna dair herhangi bir kuşkum yok.

Üstte, paraya gerek bile olmayan ideal bir durum kurguladım ama o hayali gerçekleştirme yolunda adımlar atarken, bir yandan çok daha hızlı, hemen uygulayabileceğimiz farklı çözümler de üretebiliriz. Mesela yine Hakan'ın, yukarıdaki paylaşımının altına yorum olarak yazdığı bir bilgi beni çok heyecanlandırdı. Dedi ki "Çin' de hekimlere insanlar sağlıkları yerinde iken para verir, hastalandıkları zaman parayı keserlermiş mesela". İşte bu!! Veteriner, diş hekimi gibi tıbbi konularda bu şekilde uygulama yapabilirken diğer alanlardaki üretimlerde de farklı şekillerde uygulayabiliriz. Mesela sandalye yapan marangoza o sandalyenin maliyetini + düşük bir meblağ  daha öderiz. Sonra sandalyenin sağlam kaldığı her yıl, bu sandalye için ödeme yapmaya (sözgelimi 5 TL) devam edebiliriz! Aynı mantığı diğer demirbaş ürün üreticileri için de kullanabiliriz bence. Bir terziye bir şey yaptırdığımızda mesela, aynı yöntemi kullanırız; diktiği kıyafeti giyebilmeye devam ettiğimiz sürece o kişiye ödeme yaparız. Vs...

Ne dersiniz? Bu yöntemler üzerine biraz düşünüp hemen bugün, ufak ufak hayatımıza geçirebilir miyiz? Terzimizle ve diğer üreticilerle bu tip küçük anlaşmalar yapabilir miyiz? Buna bir de armağan ekonomisi uygulamalarını giydirdiğimizde neler olur, düşünebiliyor musunuz??

* Yeni İnsan Yayınevi'nden çıkan Organik Ötesi Tarım kitabının yazarı olur kendisi.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?