Sayfalar

29 Aralık 2017 Cuma

Başkalarını Yargılamak Üzerine - Ram Dass

Bugün Ram Dass'ın şu güzel cümleleriyle karşılaştım ve hemencecik çeviriverdim. Funda da kontrol ederek birkaç güzel öneriyle çevirinin okunurluğunu kolaylaştırdı.

Kendimin ve tüm okuyanların kalbine dokunması, içselleşmesi dileğimle...

*** *** ***

 Başkalarını Yargılamak Üzerine
"Zihninizin nasıl yargıladığını izleyin. Yargılar, kısmen kendi korkularınızdan çıkagelirler. Diğer insanları yargılarsınız çünkü kendi oluşunuzda rahat değilsinizdir. Yargılayarak diğer insanlarla ilişkilerinizde nerede durduğunuzu anlarsınız. Yargılayan zihin son derece bölücüdür. Ayırır. Ayrılma, kalbinizi kapatır. Eğer birine kalbinizi kapatırsanız, kendi acılarınızı ve onlarınkini devam ettirirsiniz. Yargılama hâlinden çıkmak, açık bir kalple sizin ve onların çıkmazlarına değer vermeyi öğrenmek anlamına gelir. İşte o zaman, ayrılma yaratmaksızın kendinizin ve diğerlerinin sadece olmasına* izin verebilirsiniz.
Tek gerçek oyun, olma* oyunudur, güçlü ve zayıf parçalarımızı içerir. Bir şeyi ne kadar itseniz de o, orada kalmaya devam eder. Halının altına süpürülenler gittikçe büyür. Zayıf taraflarınız güçlü olanlardan çok daha ilginçtirler çünkü bunlar size nerelerde olmadığınızı*, neler üzerinde çalışmanız gerektiğini gösterirler.
Sadece “öğreti için teşekkür ederim” diyin. Diğer bir varlığı yargılamanıza gerek yok. Sadece kendiniz üstünde çalışmanız gerekiyor.
Biri öfkenizi uyandırdığında, kızgın olmanızın tek nedeni, bir şeyin nasıl olması gerektiği düşüncenize tutunmanızdır. Gerçekte olanı kabul etmiyorsunuzdur. O zaman zihninizdeki beklentilerin kendi cehenneminizi yarattığını görürsünüz. Bir şey sizin düşündüğünüz gibi olmadığı için siniriniz bozulduğunda, sadece sizi sinirlendiren şeyi değil, düşünme şeklinizi de gözden geçirin. Birçok duygusal acınızın, evrenin nasıl olması gerektiğine dair kalıplarınızdan ve onun, olduğu gibi olmasına izin vermeyi becerememenizden kaynaklandığını göreceksiniz." 
Ram Dass

*Vurgular çevirmene aittir.

Çeviri: Emre Ertegün
Redaksiyon: Funda Aydın

Yazının orijinal metni: https://www.ramdass.org/judgment-others/

18 Aralık 2017 Pazartesi

bir akşam yemeği

Dün akşamki menümüzde üç çeşit yemek vardı (genelde iki çeşit oluyor, bazen de tek). Perşembe günü pişirdiğimiz ve dün üçüncü kez yediğimiz tarhana çorbası, cuma günü pişirdiğimiz ve dün ikinciye yediğimiz bulgur pilavı, bir de salata.

Tarhanamız, gıdamızın büyük kısmını karşıladığımız Fethiye Üretici Pazarı'ndan, hep alışveriş yaptığımız ama adını unuttuğum teyzeden. Bir-iki ay önce bir kg almıştık; lezzeti, besleyiciliği ve pratikliği ile sıkışık zamanlarda kurtarıcımız oldu; bu hafta yine aldık. Önce -köyde kendi topladığımız zeytinlerden elde ettiğimiz- zeytin yağında sarımsağı biraz çevirdikten sonra, bu yıl ilk kez biraz domates salçası da (ki onu da aynı pazardan başka bir teyzeden almıştık) ekledim, iki çevirdim, sonra soğuk suyu boca ettim tencereye, üstüne de tarhanaları. Karıştır karıştır, kaynasın, biraz bekle ve hoopp çorbamız hazır.

Funda'nın pişirmiş olduğu bulgur pilavımız armağanlarla örülü. Karakılçık bulguru, Bayramiç'te üretim yapan sevgili Eda ve Emrah'ın hediyesi. İkisiyle de henüz yüz yüze, göz göze gelmişliğim yok ama sanki uzun zamandır arkadaşmışız gibi. Eda, blogdaki yazılarıma istinaden bir ay kadar önce bana yazdı ve maddi destek olmak istediğini belirtti, bir de kendi deyimiyle "gözlerinin nuru" karakılçık bulgurlarını nasıl ulaştırabileceklerini sordu. Bu tip durumlarda mümkün mertebe, kargo şirketlerinden faydalanmak yerine eş-dost kargo kullanmaya çalışıyorum(z). Birileri bir yerlerden bir şey gönderecekse, acil bir durum olmadığı sürece, gelen-giden birilerini bulmaya çalışıyor, gerekirse biraz fazladan bekliyoruz. Hem ekolojik ayak izimiz azalıyor hem masrafsız oluyor hem de bu seçim, sürpriz arkadaşlıklara, buluşmalara gebe olabiliyor. Kargo ise son çare...

Funda o sıralar zaten İstanbul'a gidecekti ve onları yazıştırdım. Kısa bir kahve içimlik buluştular, Funda Eda'yı çok sevdi (sanırım tersi de geçerli), bulgurları ve Eda'nın bana ulaştırmak istediği cömert para armağanını ondan aldı ve güneye getirdi. O sırada Alanya'da, annemlerin yanında idim ve bulgurların bir kısmı onlara kısmet olmuş oldu (yaptın mı anne?). Bulgurda kullanmış olduğumuz kuru domates ve kuru patlıcanlar, çok sevgili Nihal ve Ceyhan'ın (Kır Çocukları) hediyesiydi. Geçtiğimiz ay bir siparişimiz olmuştu ve Nihal, sıklıkla yaptığı gibi bir hediyeyi de sıkıştırmıştı kolimizin içine. Soğanı önceki gün pazardan aldık; marketlerde veya şehirlerdeki pazarlarda kolay kolay bulamayacağınız bir şekli olan, lezzetli bir soğan (bir adı vardır mutlaka ama ben bilmiyorum). Zeytinyağının menşeini yukarıda paylaştım zaten. Böylesine armağan ve hikâye dolu ürünlerden çıkan bir yemek, keyifle ve sevgiyle de yapıldığında muhteşem oluyor elbette. Bayıla bayıla yedik iki gün üst üste. Üstelik Funda'nın pişirdiği ilk bulgurdu.

Salatayı ise dün, hiç acele etmeden, tadını çıkara çıkara yaptım. Roka ve maydonozlar, önceki haftaki pazar alışverişinden sağ kalan gıdalarımızdı; marul ve çok az taze soğan bahçemizden hasat; turp, havuç ve pancar, bu haftaki pazardan; limon eski köyüm Çandır'dan Işıl'ın hediyesi, nar ekşisi Fethiye pazarından (aslında biz de yaptık bu yıl ama önce satın aldığımızı bitirelim diyoruz), zeytinyağını biliyorsunuz. Malzemeleri bir güzel kesip biçip koparıp bir araya koydum, Güneş'ten öğrendiğim şekilde ayrı bir kapta sosu hazırladım, Çankırı menşeili rafine olmayan tuzu da ekleyip karışıma boca ettim; sosla malzemeler iyice hemhâl olana kadar karıştırdım ve salatamız da hazır.

Yemeğimizi büyük bir keyifle yedikten sonra sofradan sonsuz şükür hissiyle kalkıp ertesi günkü kahvaltıyı hayâl etmeye başladım ((: Belki bir gün de kahvaltımızı anlatırım.

çizim: Argın Kubin

***

Bu arada özellikle salatayı yerken, ne kadar büyük bir zenginliği içimize aldığımızı düşündüm. İçinde yeşillik var, turuncu-mor-beyaz kök sebzeler var, limon ağacından çıkan meyvenin suyu var, nar ağacından çıkan meyvenin ezilip sıkıldıktan sonra birkaç saat ateşte buharlaştırılmasıyla ortaya çıkan (ne emek!) muhteşem öz var, diğer bir kıymetli ağacın yere döktüklerinden elimizle topladığımız zeytinlerin, köyde komşumuz fabrikada sıkılmasıyla elde ettiğimiz yağ var. Her bitkinin yetişmesinde güneşin (ateş), havanın, suyun, toprağın muhteşem işbirliği var. Sadece şu salatayı yiyebilmemiz için doğanın ve insanoğlunun ne büyük bir emeği var, yan yana gelen. Bunun farkına varınca da başka türlü yeniyor sanki. Salata deyip geçmek ne mümkün...

Afiyet oldu! ((:

*** *** ***

Sayın okuyucu,

Bu mecrada okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse...


((:

emreertegun@gmail.com

11 Aralık 2017 Pazartesi

diğer yol

Şimdi derin bir nefes al ve çok öfkelendiğin birini gözünün önüne getir.

O kişi kim bilir ne yaptı sana ya da bir başkasına, başkalarına, belki doğaya, belki bir hayvana...

Belki sana yamuk yapan bir arkadaşın, belki bir ülkeyi savaşa sürükleyen bir devlet adamı, belki Anadolu'daki son vaşaklardan birini öldüren bir adam...

Bu kişi ya da kişiler, bu "kötü" şeyi yapmadan bir gün önce ne hâldeydiler acaba...

Peki ya ondan önceki gün, ve ondan önceki...


Eylemlerimiz, deneyimlerimiz sonucunda hayata verdiğimiz tepkiler ya hani...

Geriye gitmeye devam ettikçe bir yerde sebebe ulaşacağız.

Sevgisiz bir çocuk olarak mı yetişti, ailesinden şiddet mi gördü, bir takım "zararlı" fikirleri arkadaşları mı kafasına soktu, başkalarından kazıklar mı yedi de şimdi sana kazık atıyor...

Sebebi bulduk ya da bulamadık, gitmeye devam et...

10 ... 9 ... 8 ... derken bebekliğine kadar uzan o "kötü" kişinin.


Ve bak şimdi o bebeğe.
"Kötülük" o bebeğin içinde mi?
İleride yapacaklarını şimdiden belli ediyor mu?
Kötü kötü mü bakıyor?
Var mı öyle bir bebek?
Suçlu mu şimdiden?

***

Yine derin bir nefesle bugüne dönelim.

Şu an bebek olan bir insana bak dikkatlice.

Çok tatlı değil mi? Agu bugu oynuyor, gülücükler saçıyor ortalığa...

Şu anda kaç tane bebek varsa hepsi de birbirinden tatlı, temiz ve saf.
Öyle değil mi?

Belki bunların bir kısmı, büyüyünce dünyanın altını oyanlardan olacak.

Belki bir kısmı birilerini taciz edecek.

Belki bir kısmı cinayet işleyecek.


Bir kısmı da "iyi" şeyler yapacak.

Neye göre olacak acaba bunlar?

***

Ve ileride de şimdinin bu agu bugu bebeklerinden birileri nefret edecek,

"Kötülüğün" o kişinin özünde olmadığını anlamamaya devam ettiği sürece.


O ona, öteki berikine gıcık olmaya devam edecek,

Gıcık olmaların, tetiklenmelerin, aslında kendindeki bir yerlere işaret ettiğini fark etmediği sürece.


Kesmeye, biçmeye, öfke duymaya devam edecek,

Kendi doğrusunun tek doğru, kendi siyasi görüşünün en iyi görüş, kendi dininin esas din olduğuna inanmayı sürdürdüğü sürece.

***

Ama bir yol daha var
çizim: Aslı Kuşakçıoğlu

Parlayan bir ışık var

Büyük bir hızla tek tek aydınlatan bizleri


Farkındalığın ışığı

Göreceliliğin ışığı

Kabûlün ışığı

Güvenin ışığı


Bu ışığı güçlendirdikçe

Bu ışığı parlattıkça

Orada güzel bir dünya var

Görebildiğimiz

Dokunabildiğimiz

Hemen bugün, hemen şimdi yaşayabildiğimiz


Seçim bizim,

Anbean...


Derin bir nefes...


*** ***

NOT:

Canım okuyucu,

Okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse...


((:

emreertegun@gmail.com

8 Aralık 2017 Cuma

yelken ol, balık ol, su ol

Bir zamanlar, olmak ve yapmak karşıtlığı (?) üzerine düşünüp duruyordum. Özellikle son zamanlarda başkalarından da sık sık buna dair bir şeyler duyuyorum ve bir süre önce, ben de dâhil olmak üzere birçoğumuzun bunu yanlış anlamış olduğumuzu fark ettim. Bunu fark etmemi sağlayanlardan biri Andrew olmuştu: "Olmak yapmayı içeriyor." demişti basit bir şekilde, ki bu basit cümle bana çok şey anlatıyor.

Tabii ya! Sanki bir karşıtlık olması lazımmış gibi. Tam da karşıtlık olduğunda çatışma doğuyor ve çatışma olan yerde huzur barınamıyor halbuki. Peki iç içe geçmeleri mümkün mü? Olmak, yapmayı nasıl içerir? Bunlar nasıl kol kola yürürler?

İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? Zamanımı mı doldurmaya çalışıyorum? Egomu mu parlatmaya çalışıyorum? Kendimi değerli hissetmeye mi çalışıyorum? Birilerine bir şey mi kanıtlamak istiyorum? Ya da mesela dünyayı kurtarmam gerektiğini falan mı düşünüyorum? Adımımı bu ve benzeri saiklerle atıyorsam, yapma hâlim, Andrew'un dediğine uygun düşmüyor bence. Burada eylemim, "oluş"umun bir parçası değil; doğal bir şekilde ve kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Ya ego parlatma var, ya da korkular, kaygılar... Kendiliğindenlik yok, akış yok, saf sevgi yok.

İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? İçimden, özümden, canımdan mı? Atacağım adım kanımı mı kaynatıyor? Dünyaya bunu vermemeyi, bunu yapmamayı düşünemiyorum bile mi? Ahh işte, böyle olduğunda yapacağım eylem, "oluş"umun bir parçası, hatta ta kendisi! Bu durumda saf sevgi var, kendiliğinden ortaya çıkana, yazgıya teslim olma var. Ve işte bu durumda, olmak yapmayı içeriyor.


çizim: Duru Betül Çetin

Peki kaçımız böyle bir hayat yaşıyor? Kaçımız gerçekten içinden taştığı gibi, içinin coştuğu yönde hareket ediyor; ya kaçımız Yaşam Nehri'nin kıyısında cansız bir havuzcuk yaratıyor ve bu birikintide debelenip duruyor?

***

Çevremize dikkatle bakıyor muyuz hiç? Büyük çoğunluğumuzun (bence, alternatif yaşadığını düşünenlerimiz bile) birbirimizin ne kadar kopyası olduğunun, olmaya çalıştığının farkında mıyız? Bir yandan bütünün bir parçasıyız ama bir yandan da ne kadar büyük bir zenginliğin farklı ifadeleriyiz aslında ve aynılaşmaya çalışmamız çok hazin değil mi?

Toplumun bellettiği, sıkıcı ve sığ hayatları yaşamaya çalışmaya devam mı edeceğiz? Tepkilerimizin, nerede ne söyleyeceğimizin bile aynı olduğu, koşullanmış, -Krishnamurti'nin deyimiyle- ikinci el yaşamlar... İkinci el olsa yine iyi, kaçıncı el oldu artık...

Biz özgür olmadan, kendi yaşamımıza egemen olmadan ne barışa yer var ne de huzura. Ne içte ne de dışta... Barış olmak için kendimiz olabilmemiz gerekiyor, kendimiz olmak için özgür olmamız gerekiyor. Özgür olmak için içimizin sesine önce kulak kabartabilmemiz, sonra bu ses doğrultusunda yürüyecek cesareti bulabilmemiz...

Bana inanmıyorsanız Orhan Veli'ye sorun.

"(...)
Heeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere..." 
Orhan Veli Kanık - Hürriyete Doğru
***


NOT:

Pşşşt okuyucu, yaklaş biraz!

Eğer ki okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj, diğer...

Bilinen anlamda çalışmıyorum ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun "piyasada" maddi karşılığı yok. Bu nedenle muhtelif çağrılarla her türlü karşılık armağanına açık olduğumu hatırlatıyorum. Seve seve ve beklentisizce veriyorum ama almaya da son derece açığım.

Son iki yazıda tahin ve seyahat masraflarımdan bahsetmiştim ve ne mutlu ki birkaç kişiden karşılık aldım (şu an itibariyle altı-yedi aylık tahin masrafımı ve Alanya'ya tek yön geliş masrafımı bu şekilde karşıladım 😌); bu yazıyı ise faturalarıma adamak istiyorum. Elektrik, su, internet ve cep telefonu masraflarım ayda ortalama 70 TL. Katkı sağlamak istersen buralardayım. 😊

emreertegun@gmail.com

1 Aralık 2017 Cuma

benmerkezimizde kesişmeler

Bir süredir benliğimin genişlediğini hissediyorum. Bu his bazen epey derinden geliyor bazense o kadar değil.

Bazen diğeriyle, bazen diğer-ler-iyle, bazen ise herkesle ve her şeyle bir olduğumu hissediyorum; işte o zaman kocaman oluyorum, enginlere sığmayıp taşıyorum. O zaman tüm ayrımlar ortadan kalkıyor. Her şey ve hiçbir şey oluyorum.


Her zaman o noktada değilim. Benliğimin daraldığı, iyice daraldığı ve sadece kendimden, Emre'den ibaret olduğum zamanlar da yaşıyorum.

Diğer her konuda olduğu gibi bunda da sarkaç gibi salınıyorum. Bir oradayım, bir burada, bir şurada...

Ve her nerede isem, bunla kalmaya, değiştirmeye çalışmamaya, olduğumla mücadele etmemeye niyet ediyorum. Bu niyetim her konuda geçerli...

***

Benliğimin en güdük kaldığı anlarda bile, adımlarımı daha bütünsel bir bakışla atıyorum; neredeyse her zaman... Bütünün hayrına olacağına inandığım adımları atıyor, mesela benim için fazladan bir efora ya da zamana mâl olacak şeyleri, çoğu zaman, toplam faydayı gözetmek adına yapabiliyorum. Fakat bu durumda bile bunu fedakârlıkla yaptığım hissinde olmuyorum; normalim bu oldu artık. Bir şeyi yapmak benden bir birim eksiltecek ve fakat başka birine daha fazlasını ekleyecekse, bunu yapmamak ne mümkün... Zaten bu durumda o eksilme, zihinsel olarak bakınca var gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan bir şey. Çünkü ben sadece ben değilim. Ve zira vermekle almak o kadar da farklı şeyler değiller. (Bkz. bir önceki yazı)

Aynı şekilde, aldığım zamanlarda da bütünün faydasını gözetmeye gayret ediyorum. Benim bir birim almam başka birinin bir birim kaybetmesi anlamına geliyorsa bile gönül rahatlığıyla alamıyorum. Sıfır toplamlı oyunlar beni kesmiyor, çekmiyor uzun zamandır. Tam da bu nedenle rekabet içeren hiçbir alışveriş, iş vs.nin içinde rahat etmiyorum. Birileri kazanamıyorsa, sınavı ben kazansam ne yazar; birileri siftah yapamazken satış yapsam ne fayda; ya da hem ben hem başka birileri kazanıyorken ekolojik bütünümüzden ya da toplumsal değerlerimizden kaybediyorsak mesela, ne anladım bu işten...

Bütünün kazandığı, pozitif toplamlı her türlü adıma varım; sıfır ve negatif toplamlılara, ı ıhh.

"benmerkezimizde kesişmeler"* - Ahenk Köroğlu

***

Bu arada bence herkes bencildir, bencil olmalıdır ve bencillik sanıldığı kadar kötü bir şey değildir. İş onu nasıl tanımladığımız, nasıl uyguladığımızla ilgili.

TDK "bencil" için yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan diyor mesela ve buradan "yalnız" kelimesini çıkarınca bencillik o kadar da fena bir şey gibi görünmüyor bana. Bir kere insanın kendini düşünmesi kaçınılmaz bir durum. Tüm canlılar öncelikle kendilerini düşünürler. Bunun aksi, olsa olsa, idealize edilen ve doğal olmayan bir yaklaşımdır; çoğu zaman uygulanamaz ve dahası, zaten uygulanması hiç de iyi bir şey değildir bana göre.

Bence kişi, kendi ihtiyaçlarını özenli bir şekilde gözetirken toplam faydayı da gözden kaçırmıyorsa en güzeli... Sadece kendi istek ve ihtiyaçlarını gözetmeyi olumlayacak değilim ancak sürekli özveri, sürekli verme hâlini de ne makûl buluyorum ne de sürdürülebilir...

Galiba en güzeli, benliklerimizin genişlemesi ve her şeyi kapsaması. Bu durumda, kendi çıkarını her şeyden üstün tutmak, bütünün çıkarını her şeyin üstünde tutmak anlamına geliyor zaten. Bir yandan da bu genişleme esnasında küçük ben'leri göz ardı edip bir şeyler için feda etmezsek bu iş tamamdır bence. Küçük ben de genişlemiş benliğin parçası; unutmamalı. Ben yoksam bütün de yok.

Yani yukarıda bahsettiğim şekliyle bencil olsak da benmerkezci (TDK, beniçinci demiş) olmasak; bu ince ayrımı kıvırsak, diyorum.

Her konuda olduğu gibi orada bir yerde güzel bir denge var; istikamet orası olsa...

* Ahenk'in resme koyduğu isim, yazının da da ismi olmak istedi.

***
NOT:

Canım okuyucu,

Okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj, diğer...


Yazılarımı beklentiyle, karşılığında bir şeyler almak için yazıyor değilim. Zaten birçoğu kendiliğinden akıyor ve içimdekileri paylaşabiliyor, kendimi duyurabiliyor olmak başlı başına kocaman bir armağan. 


Bunla birlikte, bilinen anlamda çalışmadığım ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun "piyasada" maddi karşılığı olmadığı için, bu tip çağrılarla her türlü karşılık armağanına da açık olduğumu hatırlatıyorum. Seve seve veriyorum, almaya da çok ama çok açığım.


Geçen sefer tahin idi -ve birkaç kişiden karşılık aldım- 😌, bu yazıyı ise şu aralar gerçekleştirdiğim ve gerçekleştireceğim seyahat masraflarıma adamak istedim. ((: Geçen hafta İzmir'e giderken 30, dönüşte 35 TL masrafım oldu (blabla kullandığım için hesaplı yolculuklar). Önümüzdeki hafta ise annemi ve birkaç dostu ziyaret etmek için Antalya taraflarına gidip geleceğim. Blabla'da uygun ilan bulup bulmamama göre, gidiş-geliş 70 - 120 TL civarında masrafım olacaktır. Sonra ay sonuna doğru yine bi' İzmir... Bunlara -az-çok demeden- katkı sağlamak ister misin? 😊

emreertegun@gmail.com

28 Kasım 2017 Salı

ver(ebil)mek - al(abil)mek

Aslında bu dünyaya vermek için geliyoruz. Yaşadığımızı gerçekten hissettiğimiz an'lar armağanlarımızı paylaştığımız, hizmet ettiğimiz an'lar, fırsatlar. Fakat ne hikmetse hayatın akışı; birçoğumuzu, vermekten, armağanlarımızı paylaşmaktan alıkoyuyor ve istemediğimiz işleri icra ederek geçen günkü yazıda değindiğim para kazanma yarışına sokuyor. Bunun ne hikmet olduğu aslında açık: Charles Eisenstein, geçen haftalarda üç ya da dördüncü kez okuduğum muhteşem kitabı Kutsal Ekonomi'de bunu uzun uzun anlatıyor. Ben bu yazıda bu koca konunun birkaç yerine dokunabileceğim.

Vermek ve almak ilişkiyi kuran, topluluğu inşa eden şeylerin başında geliyor. Ancak bu verme ve almayı basit bir değiş-tokuş işlemi olarak icra ettiğimizde maalesef ki çoğu zaman böyle bir ilişki kurulamıyor. Para karşılığında ürün/hizmet, ürün/hizmet karşılığında da para alınıyor ve ortada bağ kuran herhangi bir durum oluşmuyor. İşte bu, paranın soğuk yüzü. Bu soğuk yüz, özellikle de fabrikasyon ve kişiliksiz ürünleri alıp satarken iyice buz kesiyor, tir tir titretiyor hepimizi.

Bu soğuk yüzü ılıtmak açısından, pazarda köylü teyzeden kendi ürettiği pekmezi almamızla marketten fabrikasyon, "el değmeden" üretilmiş ürünü satın almamız arasında dünyalar kadar fark var (Köylü teyzelerden aldığımız pekmezlerin yapıldığı üzümlerin de muhtemelen ilaçlı, hormonlu vs.li olması ayrı bir konu. Hani çok da romantize etmeyelim...). Aynı şekilde eczaneden bir krem almakla, doğa ve insan dostu yöntemlerle ve el emeği ile üretilen kremleri almak; insanları tektipleştiren batı tıbbındaki hazır reçeteleri kullanmakla sizi tanıyan, size vakit ayıran bir homeopat veya ayurveda uzmanı tarafından tedavi edilmek, asla aynı şey değil; karşılığında önceden belirlenmiş bir tutarı ödüyor olsanız bile.

Ortamı biraz daha ısıtmak için, daha da sıcak bir seçeneğin ise armağan ekonomisi uygulamalarını hayatımıza geçirmek olduğunu düşünüyorum. Geçen gün de yazdığım üzere, armağan ekonomisi uygulamalarında, -"armağan" kelimesi yanıltmasın,- ürünü sunan kişilerin bunun karşılığında hiçbir karşılık almadığı bir durumdan bahsetmiyoruz ama ne vereceğini, ne kadar vereceğini, ürünü alan kişilerin belirlediği bir alışveriş ilişkisi söz konusu. Buradaki anahtar kavram minnet. Alan kişi, içinde hissettiği minnet çerçevesinde ve bütçesine uyan karşılığı veriyor. Veren kişi, -mümkün olduğunca- güven duygusuyla veriyor ve gelecek olan karşılığa kendini açıyor. Bu uygulamada, klasik anlamda bir satış işlemi yapıldığını düşünmüyorum, karşılığın önceden belirlenmemiş olması epey kritik bir önem arz ediyor. Yapılan işlem, alan ve veren arasında bir ilişki yaratıyor ve zaten topluluğun duvarlarını ören taşlar bu ilişkiden başka bir şey değil.

Armağana daha da saf olarak bakıldığında, aslında karşılık armağanının hemen verilmesi bile onun ruhunu zedeliyor. Kutsal Ekonomi'den öğrendiğim -ve aslında içime de sindiği ve aklıma da yattığı- üzere, kadim kültürlerde karşılık armağanı hemen verilmez, zamana yayılırmış. Bazen, gerçekleştirdiğim etkinliklerde karşılık armağanını, mesela bir haftalık (ya da herkesin kendisine kalan) bir sindirme sürecinden sonra almaya dair bir fikir dolanıyor içimde. Sanırım deneyeceğim. Zira aldığınız şeyin karşılığına siz karar verdiğinizde bile, bunun hemen gerçekleştirilmesi, ürünü ya da hizmeti alan tarafında "sana borçlu kalmak istemiyorum" gibi bir anlam ifade ediyormuş, ki bu da aklıma yatıyor.

Buna en basit bir örnek, kitabımı alan bazı okuyucuların, elime para tutuşturmak için yanıp tutuşmaları. Her seferinde, önce kitabı okumaya yönlendiriyorum onları; diyorum ki "Bu kitap belki senin için zaman kaybı olacak, belki de hayatını değiştirecek. Ne vereceğine okuduktan ve sindirdikten sonra karar versen?" Yani okur okumaz bile değil belki...

"Minnet bizi karşılık armağanı vermeye esinlendirdiğinde bunu çok çabuk yapmamalıyız, yoksa parayla satın almaktan pek de farklı olmayan basit bir işleme dönüşür. Verenle alanı birbirine yakından bağlamak yerine yükümlülüğü iptal eder." Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi
çizim: Ayfer Andaç

Ve bu, bizi diğer bir can alıcı noktaya götürüyor. Kimseye borçlu kalmak, kimseye ihtiyaç duymak istemiyoruz. Bağımsız, kendine yeten küçük adacıklar hâlinde yaşama ilüzyonundayız. Bunun hiç de iyi bir şey olmaması bir yana, gerçek olmaktan da o kadar uzak ki... İyi bir şey değil, zira insan sosyal bir varlık ve kendini gerçek anlamda bilmesi, keşfetmesi, ilişkiler ağının içinde mümkün olabiliyor fakat yaşamaya çalıştığımız ilüzyon bu ağı parçalıyor. Gerçek olmaktan çok uzak, zira yakınımızdaki kişilere ihtiyaç duymazken binlerce kilometre ötede üretilen ürünlere ve dolayısıyla hiç tanımadığımız ve tanımayacağımız kişilere muhtacız. Velhasıl hele ki günümüz dünyasında, çok uç örnekler bir yana, kendine yetmek diye bir şey aslında m-ü-m-k-ü-n d-e-ğ-i-l.

Birbirimiz için bir şeyler yapmak, paylaşmak, ilişki kurmanın bir numaralı yolu. Birbirimize verecek hiçbir şeyimiz yoksa nasıl ve neden ilişki kuralım ki... Ama şu başının çaresine bakma hikâyesi çok kuvvetli ve bu durum şehirde de aynı, köyde de... Bu satırları okuyanlar şehirlerdeki durumu biliyordur zaten ama pastoral köy romantizmi düşüncelerindeyseniz orada durun. Birkaç yıldır gözlemlediğime göre, köylüler de en az şehirliler kadar almaktan, birilerine ihtiyaç duymaktan korkuyorlar. İmecenin, yardımlaşmanın, dayanışmanın pek esamesi okunmuyor desem abartmış olmam sanırım. Her şey birey ya da aile bazında yaşanıyor burada. Herkes başının çaresine bakıyor. Yılda üç kere kullanılacak olan pekmez vs. kaynatma kazanlarını bile ortak kullanmak kimsenin aklına gelmiyor; herkesin kendi kazanı var. Bizim köyde yaşayan bir teyze (galiba dünyanın en tatlısı) kazanı olmadığı için nar ekşisini bilmem kaç gün geç yaptı mesela da birinden bir günlüğüne ödünç almak istemedi. Vermeye gelince hepsi buna açık, sağ olsunlar ama almaya gelince bir o kadar kapalılar. Dedim ya, almak demek, minnet duymak ve -olumlu anlamda söylüyorum- borçlu kalmak demek ve bunu hiç ama hiç istemiyorlar. Bunu, düşük bir pozisyon gibi algılıyorlar. Sonuç: her koyun kendi bacağından asılıyor.
"Armağanlar doğal olarak yükümlülük yaratır; (...) Armağan almak istemiyoruz, çünkü kimseye karşı yükümlü olmak istiyoruz. Kimseye bir borcumuz olsun istemiyoruz." Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi
Birbirimize verecek hiçbir şeyimiz yokken nasıl ilişki kurabiliriz? Yaşadığım ufak tefek örneklerde, birbirimiz için bir şeyler yapabilmenin nasıl da güzel dostluk, ilişki fırsatları yarattığını görüyorum. En basitinden bir örnek: Köyde yaşayan arkadaşımız Pınar'ın evinde interneti yok ama gerek iş gerekse sosyalleşme vs. için internete ihtiyacı oluyor ve bu ihtiyacını gidermek için sık sık bize geliyor. Bu durum, gel zaman git zaman, kaçınılmaz olarak bir ilişki yarattı, yaratıyor. Geldiğinde sohbetler ediliyor, kahveler içiliyor, paylaşımlar yapılıyor... Zamanla, birlikte üretim fırsatları ve heyecanları doğuyor ve hayata geçiriyoruz (nar ekşisi vs.); bunlar birbirlerini besliyor ve daha çok bir araya geliniyor, daha fazla birlikte yenip içiliyor, daha fazla birlikte bir şeyler yapma isteği oluşuyor... Şimdi Pınar'ın evinde internet bağlantısı olsaydı, eminim ki biz yine arkadaş olurduk ama yine eminim ki işler daha yavaş ilerlerdi. Oluşan ve gittikçe gelişen arkadaşlığımızın tek müsebbibi internet değil tabii ki ama en azından katalizörlerden birinin bu durum olduğu çok net. Formül ne kadar da basit: Ona verecek bir şeyimiz vardı, verdik; onun ise bizden alabileceği bir şey vardı, aldı; ve işler gelişti. Şu an ise yoğun bir alışveriş, yoğun bir ilişki içerisindeyiz.

Başka bir örnek: Birkaç hafta önce temiz, ekolojik, kimyasalsız üretim yapan bir üreticiden esmer pirinç almak istedim ve bu durumlarda sıkça yaptığım gibi bunu Güneybatı dolaylarında yaşayan kişilerin dahil olduğu grupta paylaştım ve toplamda 20'yi aşkın kişi 100 kg.a yakın bir sipariş verdik. Eee ne olmuş?! Şu oldu: Bu sipariş sayesinde bir sürü insanla yazışma, haberleşme, tanışma imkanı buldum. Köyde, bizim gibi İstanbul göçgünü başka insanlar da varmış, onlardan haberdar oldum ve -şimdilik- iki tanesiyle tanıştım. Çandır'da yaşarken tanıştığım, aslında sevdiğim ama nedense fazla görüşme imkânı yaratmamış olduğumuz iki arkadaşım birkaç gün önce bize uğrayıp Dalyan tarafından gelen siparişleri aldılar ve götürdüler; böylece onları da görme fırsatım oldu. O gün aceleleri vardı ama buraları da çok beğendiler ve bir ara çay-kahve için de gelecekler. Ayrıca 7-8 kişinin pirinçleri onlarda, götürüp dağıtacaklar ve onlar için de birileri için bir şeyler yapmış olma ve -yine!- ilişki kurma şansı doğacak. Bunun yerine sadece kendimiz için sipariş verseydim, yukarıdakilerin hiçbiri gerçekleşmeyecekti.

Tüm bunların yanı sıra, bol miktarda hayır duası ve teşekkür aldım; daha ne isteyebilirim ki!

Burada sadece iki tanesini paylaştım ama aldığım ve verdiğim bir sürü örnek ekleyebilirim. Birileri için bir şeyler yaptıkça ve birileri benim/bizim için bir şeyler yaptıkça, işte o zaman hayat bayram oluyor bence. Bu nedenle her fırsatta bu olanağı yaratmaya çalışıyorum. Bir şeye ihtiyaç duyduğumda son an'a kadar satın almıyor, alternatif yolları araştırıyorum; birileri için yapacak bir şeylerim varsa bunu duyuruyor, seve seve yapıyor, elimden geldiğince buna alan açmaya çalışıyorum.

Herkese de heyecanla öneririm ama bu kendi kendine olmuyor. Biraz emek istiyor, bir de zamanla bu bakış açısını refleks hâline getirmek. Yani sadece kendim(iz) için yaşamak yerine başkaları için bir şeyler yapabilme fırsatlarını kollamak ve herhangi bir şeye ihtiyaç duyduğum(uz)da, hemen satın almak yerine ilişkiler ağımızın yardımı ile nasıl kotarabileceğimizi araştırmak...

Gerisi iyilik güzellik...

"(...) günümüzdeki para sistemi birkaç yıl içinde kolayca çökebilecekken, armağanların yarattığı minnet bağları tüm toplumsal kargaşaları atlatacaktır."
Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi

Önemsediğim bir Not: Yazılarımı beklentiyle, karşılığında bir şeyler almak için yazıyor değilim. Zaten birçoğu kendiliğinden akıyor ve içimdekileri paylaşabiliyor, kendimi duyurabiliyor olmak başlı başına kocaman bir armağan. Bunla birlikte, bilinen anlamda çalışmadığım ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun maddi karşılığı olmadığı için, her türlü karşılık armağanına da açık tutuyorum kendimi.

Velhasıl okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj; ne olursa... 

Hatta bu yazıyı, çok sevdiğim tahin masraflarına adamak istiyorum ((: Aldığım tahinin kg.ı 15 TL. Ayda ortalama 2 kg kadar tahin yiyorum. Katkı sağlamak ister misin? Bu davetim, birkaç aylık ya da kim bilir, belki bir yıllık tahin harcamamı karşılamamda bana yardımcı olur mu ki... 😊

emreertegun@gmail.com


Bonus çizim: -yine- Ayfer Andaç :))
pirinç çuvalı ve ben...

19 Kasım 2017 Pazar

armağan ekonomisi ve ben

1

Buna dair daha önce de yazmış olmalıyım: Parayı edinme serüvenimizi para kazanma olarak tanımlamamız, olayı tek başına tüm çıplaklığıyla gösteriyor aslında. Para, kazanılan bir şeydir ve bunun karşısında parayı kaybeden birileri vardır; yani sürekli bir rekabet hâli...

Dile getirdiğimiz kelimeler gerçeğimizi tanımlıyor ve yeniden üretiyor ya, bir süredir para kazanmak yerine parayı edinmek, paraya erişmek gibi kullanımları tercih ediyorum. Bu, sadece bir laf ebeliği değil; gerçekten de bir şey kazandığım yok, zira kaybeden yok. Yaklaşık beş yıldır paraya ulaştığım yolların tamamını armağan ekonomisinin* taşlarıyla döşedim ve yapıp ettiklerim, yazıp çizdiklerim, düzenlediğim buluşmalar vs. sonrasında insanlar bana içlerinden gelen ve bütçelerine uyan miktarı -ve/veya para dışı muhtelif armağanlarını- iletiyorlar. Dolayısıyla beş yıldır parayı kazanıyor hissetmiyorum hiç; ediniyorum.

Armağan ekonomisinin 5n1k'sını, anladığım şekliyle, üç yıl önce bu blogda yazmıştım: http://icimdensohbetler.blogspot.com.tr/2014/09/armagan-ekonomisi-5n1k.html

Armağan ekonomisi uygulamasının önemli ayakları, karşılık armağanının ne olacağını ve miktarını alıcının belirlemesi ve bu karşılığın, ürün/hizmet edinildikten sonra verilmesidir. Bu kavram ile anlatılmak istenen, ürün ve hizmetlerin hiçbir karşılık almadan verilmesi değil ama mümkün mertebe karşılık beklemeden verilmesi ve gelecek olana güvenilmesidir.

Bunların hiçbirinde tamamen saf olan noktaya; yani sıfır beklentili, hayata sonsuz güvendiğim bir alana ulaşmış görmüyorum kendimi. Gerçekleştirdiğim buluşmaların birçoğunda, karşılık armağanlarına alan açacak olduğum son gün yaklaştıkça, "acaba ne gelecek" diye düşünürken buluyorum kendimi. Katılımcıların, -bilebildiğim kadarıyla- maddi durumları aklımdan geçiriyor, verme kanallarının ne kadar açık olduğunu falan hesap -ve tahmin- ediyorum ve son gün geldiğinde toplanan para miktarının -ve diğer armağanların- ne olduklarını saymak için resmen heyecanlanıyorum. Evet, henüz bir aziz değilim ama bunlardan dolayı utanıyor falan da değilim; insanım nihayetinde...

Ama galiba her geçen gün saf olan noktaya yaklaşıyorum ve bu, gerçekleştirmiş olduğum etkinliklerden almış olduğum karşılık miktarlarıyla hem ilgili hem de değil. İlgili, zira bu konuda kendimi daha iyi ve daha açık ifade etmeye başladıkça, gelen karşılıklar her geçen gün benim için daha doyurucu olmaya başladı. İlgili olmayan kısmı ise, belki tüm benliğimle ve her an o noktada olmasam da; yapmış olduklarımın, dünyaya vermiş olduklarımın karşılıklarını, bazen çok daha dolaylı yollardan da olsa bir şekilde aldığıma dair inancımın çoğu zaman yüksek olması. Bunu unuttuğum olmuyor değil ama bir süre sonra hatırlıyorum.

Yine de dramların en büyüğü olan karşılaştırma illetinden sıyrılmış değilim. Son yıllarda gerçekleştirilen muhtelif etkinliklerin, atölyelerin, inzivaların birçoğunu gereksiz pahalı buluyorum mesela ama buna rağmen bana gelen karşılıkları, gereksiz pahalı olduğunu düşündüğüm etkinliklerin fiyatlarıyla karşılaştırdığım vuku buluyor. (Üstelik, tüketim anlamında çoktandır epey küçültmüş olduğum yaşamıma göre, aslında beni tatmin eden miktarlar toplandığında dahi yapabiliyorum bunu.) Bana hizmet ediyor mu? Tabii ki hayır!

Bazı durumlarda ise gerçekten de suistimal edildiğimi hissettiğim oluyor ve fakat bunun nedeni, kişilerin kötü niyeti falan değil elbette (çoğu zaman sadece verme, eksilme korkusu). Gerçekleştirdiğim bir buluşmanın sonunda, hem parası olan hem etkinlikten fazlaca faydalandığını gözlemlediğim ve bunu kendisinden de duyduğum hem de başka etkinliklere bir sürü paralar verebilen birinin, benim etkinliğin sonunda, cebinde akrep belirmesi ve çok düşük bir meblağ iletmesi beni epey huzursuz edebiliyor. Haa, neye göre "çok düşük": o kişinin standartlarına göre. Ama bu durumda bile buna takılmak istemiyorum; nihayetinde verme korkusu varsa vardır ve ver(e)memiştir. Hepsi bu.

Ve fakat, bu durumlar yaşandığında ve yukarıdaki gibi hissettiğimde bile, az verdiğini düşündüğüm kişileri suçluyor değilim en azından. Tüm hayatımı armağan ekonomisi mantığıyla geçirmeyi, etkinlikleri ve diğer tüm "iş"lerimi bu şekilde yapmayı seçen kişi ben olduğuma göre bunun sorumluluğu da bana ait.

***

Bütün bunları anlatıyorum, zira bu kocaman bir süreç. Eski'yi bırakmak ve yeni'ye kavuşmak her zaman bir anda olmayabiliyor. Ama bir yol'a gerçekten inandığımızda, o yol'un bizim için doğru olduğunu sadece zihnimizle değil, kalbimizle bildiğimizde, o'nu takip etmekten başka bir seçenek kalmıyor. Hayatımı armağan ekonomisi ruhuna uygun bir şekilde geçirmekten çok ama çok memnunum ve benim için bu, galiba, takip etmekten kendimi asla alıkoyamayacağım bir yol. Zaman zaman zorlanabilirim, zaman zaman alma-verme dengesinin sağlanmadığını hissedebilirim, zaman zaman daha fazlasını hak ettiğimi düşünebilirim, zaman zaman karşılaştırma yapıp kendimi üzebilirim, zaman zaman gerçekten parasız kalabilirim ama tüm bunlar, armağanlarımı daha da özgürce paylaşmamı, verdiklerimi ne kadar samimi bir şekilde ve ne kadar gönülden verdiğimi görmemi sağlayan muhtelif sınavlar olacak ve eminim ki beni bir olmaya ve güvenmeye daha da yaklaştıracak, bütüne daha da bağlayacak.

Son derece cömert olan dünyamıza daha çok uyum sağlayıp daha da fazla vermek, karşılık beklentisinin yokluğunda vermek için kanallarımın sonuna kadar açılması için neler gerekiyor? Bu kanalların genişleyip her yeri, herkesi sarması için neye ihtiyacım var? Gerçekte var olan ama nedense (!) deneyimleyemediğimiz bolluk dünyasını deneyimlememiz için tek tek ve kolektif olarak neler yapabiliriz?

***

2

Bunu yapmamak daha iyi, daha ulvî, daha ideal midir bilmem; etkinliklerde ve mesela blog yazılarının altında paylaştığım notta, vermeyi kolaylaştırmaya çalışıyorum. Bunu, hem gerçekten de almaya ihtiyaç ve istek duyduğum için yapıyorum hem de dolaylı olarak, birçoğumuzda kapalı olan verme (ve aslında aynı zamanda alma) kanallarını açmak için güzel bir fırsat oluyor.

çizim: Burak İlhan

Blogu takip edenlerin fark etmiş olacağı üzere, bu aralar yazma kanallarım açık. Yazma, paylaşma dürtüsü bir geldiğinde durdurabilene aşk olsun. Büyük bir keyifle yazıyor, paylaşıyorum içimden sohbetler'imi, deneyimlerimi, duygularımı, düşüncelerimi. Bunu, bir karşılık beklentisi ile yapmıyorum; yazıyor, paylaşıyor ve bunun sonucunda okunuyor, duyuluyor olmak başlı başına öyle büyük bir armağan ki yazmaya devam etmek için fazladan bir karşılık almama gerek olmadığı kesin. Bunla birlikte, tüm bu güzelliklerin üstüne bir de muhtelif karşılıklar geldiğinde iyice muhteşem oluyor. Zira almaya ihtiyacım var, hem madden hem de manen...

Velhasıl sevgili okuyan, 

Eğer ki blogda veya kitabımda yazdıklarım veya eylemlerim, var oluş hâlim sana herhangi bir şekilde ilham veriyorsa; senin daha iyiye, yani daha kendin olmaya gitmeni kolaylaştırıyorsa; daha güzel bir dünyaya inanmana ve bu yola kendi taşlarını koymana destek oluyorsa; ve tüm bunlar karşılığında içinde hissettiğin minnetin somut bir ifadesini bana sunmak istersen ben buradayım; kollarımı, avcumu, şapkamı açmış bekliyorum.

emreertegun@gmail.com

15 Kasım 2017 Çarşamba

ding dong

- --ding dong--

- kim o?
- benim. iyi ki doğdun!
- bugün doğum günüm değil ki! hem sen de kimsin?
- doğum günün olmasına gerek yok; iyi ki doğdun!
- nereye iyi ki doğdum allahaşkına; şu yaşamıma bak! hem nerede olduğumu kim söyledi sana?
- her ne yaşıyorsan, iyi ki doğdun. ayrıca nerede olduğunu her zaman biliyorum, ben hep sen'leyim.
- ...
- ...
"dinle" - funda aydın

- nasıl yani?
- ben sen'im.
- sen ben'sen ben kimim?
- sen de ben.
- yoksa...
- evet.
- yani...
- evet.
- o zaman beni yaratan sen'sin!
- evet ve...
- seni yaratan da ben'im!
- aynen öyle.
- vay bee!
- (gülerek) yaaa...
- yani sen...
- (gülerek) evet o'yum.
- ...
- ...
- peki neden ben, neden şimdi?
- aslında sadece sen değil, herkes; aslında sadece şimdi değil, her zaman.
- ...
- ...
- o zaman neden ben duyuyorum, neden şimdi duyuyorum?
- duymaya hazır olanlardan biri olduğun için sen duyuyorsun, duymaya şimdi hazır olduğun için şimdi duyuyorsun.
- ...
- (gülerek) ne diyorsun?
- aklıma yatıramıyorum ama kalbime...
- aklın bunu algılayabilecek araçlardan yoksun. kalbine yatıyorsa ne âlâ...

ama bil ki buradayım, hep buradaydım ve hep burada olacağım. beni duymak istediğin an duyabilirsin; çünkü ben zaten sen'im. kendini, tüm koşullanmalardan sıyrılmış hâlini, özünü gerçekten duyabildiğinde zaten ben'i duymuş olursun. çünkü sen zaten ben'sin.

ve asla yalnız değilsin.

--------------------------------------------------------------

blog yazarının üç notu: 

1 - eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. hiçbir hakkı saklı değildir. her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

10 Kasım 2017 Cuma

kutlama/yas

Funda'yla her gece kutlama/yas yapıyoruz. Bu uygulamayı, geçen ilkbaharda birlikte gerçekleştirmiş olduğumuz etkinlikte bana öğreten Hülya'cığımın kulakları çınlasın. O gün yaşadıkların arasından en özel, en güzel bir taneyi seçip kutlama olarak; içini en cız ettiren, üzüldüğün, tadını kaçıran bir tanesini ise yas olarak grupla paylaşıyorsun. Müthiş bir uygulama olduğunu düşünüyorum ve hem sonraki etkinliklerime hem de günlük hayatıma hemencecik geçiriverdim. Güne genel bir bakış yapma şansı olması; kendini ifade etmek, bazen senin için önemli olan küçücük detayları diğerleriyle paylaşmak için yeni bir fırsat vermesi; aynı şekilde, diğerleri için nelerin öne çıktığını görerek onları daha yakından tanıma, bağları ve safları sıklaştırma şansı ortaya çıkarması gibi güzellikleri var. Eh, evde biz bize yapınca, bir tane ile sınırlı kalmama lüksü de var; bitmekte olan günün üstünden hızlıca geçmek ve kutlamaları, yasları paylaşmak pek güzel oluyor; üstelik bazen tam da bunlarla ilgili bazen de bambaşka konulara, sohbetlere, daha derin paylaşımlara sürüklüyor bizi. Pek seviyorum, sevgiyle ve coşkuyla herkese öneririm!

İki gün önceki kutlamalarımdan biri, belki de şimdiye kadar kurduğum en büyük cümleydi: "Tam da olmam gereken kişi olduğumu, tam da yapmam gereken şeyleri yaptığımı hissediyorum." Zira özellikle son haftalarda öylesine keyifli, öylesine güzelim ki daha iyisini hayâl etmekte zorlanıyorum. Ama şimdi evrene yanlış iletiler göndermeyelim. Daha iyisi, daha güzeli her zaman mümkün ve dahası için kollarımı sonuna kadar açıyorum.

Yukarıdaki cümleyi kurmuş olmak ne büyük lütuf, ne büyük sevinç! Fakat gerçekten de daha farklı şeyler yapamazmışım, daha farklı biri olamazmışım. Şimdikinin üst sürümlerine (daha da coşkulu, daha da kendiliğinden, daha da beklentisiz, daha da oyunbaz, daha da kabûl hâlinde ...) sonsuza kadar ilerleyebileceğimi biliyorum ama bambaşka bir yol'da da yürüyemezmişim sanki.

Bu sonuçlara nasıl ulaşıyorum peki? Nasıl oluyor da tam da olmam gereken kişi olduğuma, yapmam gereken şeyleri yaptığıma dair bu kadar güçlü bir his sarıyor her yanımı. Yanıt, içimdeki dev huzurda saklı. Yazının başında bahsettiğim kutlama/yas ayini sonrasında kendimi uykuya öyle bir huzurla bırakıyorum ki, günü öyle bir keyifle ve kutlama hâliyle kapatıyorum ki...

Son günlerin aşırı keyifli olması bir yana, büyük resme bakabildiğim zamanlarda, yani çok şükür ki çoğu zaman, o kadar da keyifli olmayan durumları da, yani yasları da kutluyorum. Yani gelen her şeyi geldikleri gibi almaya, kabul etmeye çalışıyorum; daha doğrusu çalışmıyor, öyle yapıyorum. İstisnai durumlar bir yana, her şeyi anında kabul etme gibi -bence kocaman- bir armağanım var.

Bir diğer önemli nokta ise "az"la yetinmek galiba. Yalnız burada bir açıklama yapmam lâzım; azla yetinmekten kastım az tüketmek aslında. Yoksa, tam aksine hayatımda birçok şeyden çok var ve bunların neredeyse tamamı, hayatta gerçekten değerli olanlar parayla satın alınabilecek, tüketilebilecek şeyler değil. Zira bunların hiçbiri kıt kaynak değil, hepsinden bolca var; herkese yetecek kadar bol... Hayatımda tertemiz orman havası var mesela; gerek yüz yüze gerekse sosyal medya üzerinden bildiğim, haberleşebildiğim, dev sevdiğim ve sevildiğim -tanıdık ve tanımadık- çok fazla insandan oluşan kocaman bir çemberim var mesela; en önemlisi, gerçekten sahip olduğumuz tek şeyin zamanımız olduğunu düşünürsek, zamanımın tamamına hükmettiğim bir yaşamım var. Yalnız bu sonuncusu öylesine büyük ve değerini hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım bir şey ki...

"Az"la yetinmeyi tercih -ya da akıl- edemeyip zamanının -ve tüm hayat akışının- büyük kısmını başka biri(leri)nin iki dudağı arasına havale etmiş biri olduğum günleri hatırladığımda üstüme ateş basıyor. Pazartesi günleri, milyarlarca insanla birlikte işe gittiğimi (işe gitmek!) düşündüğümde, pazar öğleden itibaren başlayan stresi hatırladığımda aklım çıkıyor. Böyle bir şeyin bir daha olması, -evet dünyanın binbir türlü hâli var ama- düşünebileceğim en akıl almaz senaryoda bile nasıl da uzak, nasıl da olmayacak şey.

***

Ve hâlâ inanamıyorum bazen. Sabah kalkıyorum (ister erken, ister geç) ve eğer canım istiyorsa bir saatimi ya da fazlasını yoga, meditasyon vs. ile geçirebiliyorum. Dünden kalan bulaşık varsa, istersem onlarla başlıyorum. Pek yapmasam da istesem ormanda yürüyüş yapar, istesem bisiklete biner, istesem kitap okurum. İstesem başka şeyler yapar, istesem hiçbir şey yapmaz, istesem gider yine uyurum falan. Hazırlanması ve yenmesi toplamda iki saat kadar süren kahvaltı ayinim(iz) var mesela. Hemen her gün aşırı keyif aldığım, sofram(ız)a her oturanın bayıldığı, yaptığım(ız) her şeyin tarifini aldığı bir  kahvaltı. Mutlulukla bir ilgisi olduğuna şüphe olmayan kahvaltıya her allahın günü bu kadar vakit ayırabilmek (ayırmayı seçmek!) en büyük keyif değil de ne... Sonrasında da ofis saatiymiş (okuma-yazma-çizme, mektuplara-mesajlara cevap verme vs.), bazen bahçe işleriymiş, bu aralar çok şükür ki artan gıda üretimleriymiş (zeytin, pekmez, nar ekşisi yapımı vs.), yeni buluşmalara, etkinliklere dair akıl fikir yürütmeymiş, akşam yemeğiymiş, film izlemeymiş derken hopp bir harika gün daha sona eriyor; ölüyor ki yeniye yer açsın. Ardından gelen yenisi yine çok güzel, çünkü tüm zaman'ım yine ben'im.

Bu kadar güzel olması bazen hâlâ inanılmaz geliyor ve sevinip duruyorum. Klasik anlamda bir işte çalışmayalı neredeyse 5,5 yıl olmuş, hâlâ şaşırıyorum bu duruma. "Nasıl yani," diyorum bazen, "nasıl oluyor da sadece ve sadece istediğimi yaptığım bir hayat yaşayabiliyorum?" Olması gerekenin zaten bu olduğunu biliyorum ama dünyanın acı dolu bir yer olduğu, yaşamanın zor olduğu, istemediğin şeyleri yapmanın hayatın kaçınılmaz bir parçası olduğuna dair katî bilgiler (!) öyle kuvvetli ki hiç de öyle olmayabileceğini bizzat yaşayarak görmeme rağmen şaşırıyorum da şaşırıyorum. Gerçi iyi oluyor, bu sayede tekrar ve tekrar şükredip duruyorum; tekrar ve tekrar...

Gerçi benim şaşırmam ve şükretmem için böyle büyük şeylere de ihtiyacım yok. İki yıl önce başka bir yazıda da benzer bir şey yazmışım; her çiş yaptığımda, her burnumu temizleyip -ohh- rahat bir nefes alabildiğimde, içimden her yazı taştığında ve paylaştığımda ve gelen her yorumda, mektupta; beni heyecanlandıran, yaşadığımı hissettiren her fikirde; her yemekte, her sevişmede şaşırıyor, tekrar tekrar şükrediyorum.

Dünyanın kAtlanması zor, acı dolu bir yer olması gerektiği düşüncesi hâlâ gelip gidiyor, "Bunları hak edecek ne yaptım?" diye soruyorum bazen ve hemen Korhan geliyor aklıma; İstanbul'da Dikilitaş'ta boğazı ucundan gören güzel manzaralı bir ev tuttuğumuzun ilk akşamında -şu an hiç de beğenmeyeceğim- şehre bakarken aynı soruyu sormuştum ve son derece gurusal, bilgelik dolu bir cevap vermişti: "Hak etmeyecek ne yaptık Emrecan?"

Dünyanın kUtlanması kolay, neşe-keyif-sevgi dolu bir yer olması için acaba neler mümkün? Tek tek ve hep birlikte...


"hayat kadını"
burcu ertunç

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

5 Kasım 2017 Pazar

sevgililik, arkadaşlık, tek eşlilik, çok aşklılık ...

Arkadaşlık ilişkileri nadiren bitiyor, büyük sıkıntılar yaşamadığımız sürece ayrılmıyoruz dostlarımızdan; olsa olsa zaman zaman uzaklaşıp yakınlaşıyoruz. Yine çoğu zaman, çok fazla sorgulamıyoruz da; bunun ne olduğunu, ne zaman başladığını, nasıl gittiğini... Daha kendi hâlinde gidiyor sanki arkadaşlık ilişkilerimiz.

Oysaki sevgililiklere, romantik ilişkilere bakışımız farklı. Daha net bitiş ve başlangıç an'ları olsun istiyoruz. Tanımlamak, netlemek istiyoruz ("Şimdi biz neyiz?"). Zira güvende hissetmiyoruz. Tanımladıktan sonra da yapışıyoruz tanımlarımıza, güvenli (!) limanlarımıza. 

Ayrıca yine sevgililikleri daha çok sorguluyoruz. İyi mi gidiyor, kötü mü; yakın mı hissediyoruz, uzak mı; devam edecek gibi mi, yoksa sönüyor olabilir mi? Dalgalanmaları daha yakından takip ediyor, daha fazla endişe yüklüyoruz bu ilişkilere. Endişeler ise kendi kendilerini doğruluyorlar ve bir süre sonra çoğu ilişkiyi çöküşe götürüyorlar sanki.

Bu tanımlama ve sürekli sorgulama ihtiyacı, tek eşlilik kültürünün getirdiği bir durum olsa gerek. Dostlarda, arkadaşlarda böyle tanımlamalara gerek kalmıyor, zira bir dostumuz varken bir tane daha olmasında, bir diğeriyle kahve içmekte bir sorun görmüyoruz. Yakınlaştığımız, daha fazla zaman geçirip daha fazla şey paylaştığımız kişiler zaman zaman değişiyor ve bunu bazen fark etmiyoruz bile. Kendiliğinden oluyor zira ve nadiren bunun üstüne kafa yoruyoruz. Doğal bir akış var sanki orada. Tüm ilişkilerde bulunan yaşam-ölüm-yaşam döngülerini, arkadaşlık ilişkilerinde büyük oranda kabul etmişiz ve çok daha az endişe yüklüyoruz bunlara.

Sevgililik öyle değil. Tüm bu karmaşada, binbir güçlükle birini ("the one"ı) bulmuşum, çok dikkatli olmalıyım. Her an gözüm üstünde olmalı ilişkinin: Ne oluyor, nasıl gidiyor, ne yapmak lâzım... Gözüm üstünde olmalı karşı tarafın: Beni hâlâ seviyor mu? Ne zamandır söylemiyor da... Beni hâlâ beğeniyor mu? Başkasına bakıyor mu? Ya bakarsa? Ya giderse? Ya onu kaybedersem... Dikkatli olmalıyım, özenli olmalıyım, doğru davranmalıyım, kaybetmemeliyim...

Çünkü sadece O var hayatımda. O'nu seçtim ve O da beni seçti. Çünkü romantik ilişkiler bunu gerektirir; birim zaman aralığında bir kişiyi sevebilirim. Başkasını sevemem, başkasına göz ucuyla bile bakmamalıyım. Bakarsam yanlış yaparım. İhanet etmiş olurum. O da yalnızca beni sevsin. Başka kimseyi beğenmesin, kimseyle bakışmasın, kimseyle flört etmesin. Çünkü sadece Ben varım hayatında. Ben'i seçti ve Ben de onu seçtim.

Sevgililik böyle bir şey, birbirimizin her şeyi olmalıyız. Birlikte gülmeli, birlikte ağlamalı, birlikte yemeli, birlikte tatil yapmalı, sadece ikimiz sevişmeli, en güzel yemekleri birbirimiz için yapmalı; mutfakta aşçı, sokakta efendi, yatakta ateşli olmalıyız; ve bunların hepsini her an yapabiliyor olmalıyız. Bir ya da birkaçı sekteye uğradığında sorun var demektir. Çok dikkatli olmalıyız. Üstüne titremeliyiz ilişkinin ve birbirimizin.

Özen göstermek iyi de iş titremeye gelince sıkıntı, bunun korku titremesine dönüşmesidir. Korkuyla titrediğimiz takdirde ise hatalar yapma olasılığımız artar, hatta kaçınılmaz olur.

***

Peki ne yapmalı? Nasıl etmeli de daha hafif yaşamalı şu romantik ilişkileri, sevgililikleri?

Buna bir formül vermeye cüret edecek değilim. Yukarıda tek eşlilikte yaşanan sıkıntılardan bahsettim ama bu sıkıntıları, çok eşlilik/aşklılık tecrübelerine ve denemelerine, oldukları gibi taşıma ve çok daha fazlasını davet edip ortalığı iyice karıştırma ihtimali hiç de az değil.

Yine de son birkaç yıldır çevremdeki birçok kişinin (ben dâhil) buna dair kafa-kalp yorduğunu, bunu bir şekilde denediğini ya da en azından denemeyi düşündüğünü, bunun çiftler arasında konuşulduğunu, bir şekilde gündemde olduğunu gözlemliyorum. Epey çetrefilli bir yol bu ve iki kişinin bir başlarına kotarabilecekleri bir konu da değil. Free love (özgür sevgi/aşk) konusunda sıra dışı deneyimleri olan bir topluluk olan Tamera'dan (Portekiz'de bir eko-köy) akan deneyimler, bunun ancak ve ancak topluluk desteğiyle kotarılabilecek bir konu olduğu konusunda gayet kesin bir çerçeve çiziyor. Gerçekten de sevgi dediğimiz şey öylesine kirlenmiş, öylesine korku dolu ki hemen hepimiz bir şekilde kıskançlık, yetersizlik, sevilmeme gibi -aslında özümüzde olmayan ama bir şekilde üstümüze yapışmış- zorlu duygularla cebelleşirken böyle bir şeyi bir başımıza denediğimiz takdirde bunların altında ezilme ihtimalimiz çok ama çok yüksek. Velhasıl bu zorlu işe girişmek isteyenlerin desteğe ihtiyaçları oldukları bariz.

***

"sevgililer" - Ebru Adıyaman

İllaki çok aşklılık vb. deneyimler için değil; her koşulda, hepimizin birbirimizin desteğine, şefkatine, ilgisine ihtiyacı var. Daha klasik bir ilişki yaşamak -ya da bu tarz bir ilişki yaşamamak- istiyorsak da yazı boyunca değinmiş olduğum zorluklarla sağlıklı bir şekilde ilgilenebilmek için, yine desteğe, yine topluluğa, yine şefkate, sağlam kucaklaşmalara, paylaşacak güzel kalplere ve ağlanacak omuzlara ihtiyacımız var.

Birbirimiz için gerçekten burada olmaya ihtiyacımız var.

Not: Çok aşklı bir deneyime dair kısacık ama bence çok kıymetli bir video var, bağlantısı şurada: https://www.facebook.com/playgroundenglish/videos/555481678118500/ (Dili İspanyolca ve İngilizce alt yazılı)

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

3 Kasım 2017 Cuma

ilişkiler ve domates

Birkaç yıldır, doğayla olan bağımı hatırlayıp yeniden tesis etmeye başladığım bir süreçten geçiyorum. Bazen bu süreçte onla yeterince haşır neşir olmadığımı düşündüğüm ve ilişkimin asgaride kaldığı zamanlar olduysa da bu kadarı bile ondan öğrenmeme, ilhamlanmama ve hayata dair birçok ipucunu orada görmeme neden oldu, oluyor. (örn. İnsanın çırası & ormanın fısıldadıkları adlı yazılarım)

Son bir yıldır, kafamda, ilişkilerle bitkilerin yetişmesi arasında bağlar kuruluyor mesela ve ilginç metaforlar ortaya çıkıyor. Kompozisyonu kurabilecek miyim bilmiyorum ama bir yerinden tutmaya çalışacağım.

Akıl yürütmemi adım adım götürmeye çalışayım:

1 - Hayata bakışım ve onu yaşayışım büyük oranda çabasızlık ve kendiliğindenlik temelli. Bir şey için ne kadar çaba harcıyorsak, o kadar az kendiliğindenlik, o kadar fazla ol-dur-ma enerjisi vardır diye düşünüyorum. Oysaki kendiliğinden oluveren şeyler hem daha sağlıklı oluyor hem de daha uzun ömürlü. Gerek ilişkileri gerek ürünlerin yetişmesini kendi hâllerine bırakmaktan bahsediyorum yani. Ne olursa ve ne kadar olursa...

2 - Fakat sonra şunu düşünüyorum: İlişkiyi domatesle eşleştirecek olursak, eğer ki domates yemek istiyorsak, bunun için emek harcamamız -özellikle ilk zamanlar için- neredeyse zorunlu. İstisnai durumları bir yana bırakırsak, hassas bir bitki olan domatesin tohumlarını öylece bostana attığımız takdirde işimiz zor. Domates, yumuşak ve organik maddesi bol bir toprak, özellikle ilk zamanlarında bolca su ister. Ayrıca genellikle bahar aylarında çimlendirilir ancak hava henüz yeterince ısınmadığı için, bu iş sera veya seracıklarda yapılır, süreç itina ile takip edilir. Zira ilk zamanlarda dışsal koşullara karşı çok hassastır domates. Ayrıca tavuklara veya diğer canlılara karşı korumak istiyorsak, bir de bostanın etrafını çevirmemiz gerekir. (İlişkinin etrafını da çevirmeli mi?)

Bu şekilde bakınca, ilişkiye de özel bir itina gösterme gerekliliği ortaya çıkıyor. Zira Mart ayında tohumu doğrudan toprağa gömdüğümüz takdirde, başına hiçbir şey gelmeden serpilmesi ve yaz aylarında meyvelerini bize sunma ihtimali çok ama çok düşük. Galiba tam da bu sebeple, özellikle romantik ilişkilerin ilk aşamalarında, her şeyi tamamen oluruna ve kendi hâline bırakmak epey riskli olabiliyor. Önce onu ayrı bir yerde özenle büyütüyor ve fide hâline gelene kadar özel ihtimam gösteriyoruz. Belki fazladan jestler, sürprizler, irili ufaklı güzellikler... Biraz büyüdükten sonra ise ilişkiyi gerçek yerine, bostandaki bölümüne alıyoruz. (Bunun zamanlamasına da dikkat: Vaktinden önce şaşırtılan ve yeni yerine alınan fide yaşamayabilir de. Nisan ayında hâlâ dolu yağabiliyor zira. İlişki henüz bebekken büyük adımlar atma durumu <birlikte yaşamak, evlilik vs.> riskli olabilir.) Şimdi belki biraz daha normalleşiyor durum. Sürprizler ve jestler biraz azalıyor belki ama tamamen de koyvermiyoruz çoğunlukla. İlişkiyi besleyecek adımlar atmaya devam ediyoruz; bitkiyi zararlılardan, toprağı ilişkinin gelişmesini engelleyebilecek yabani otlardan temizliyoruz, gübre ve kompost ile besliyoruz. Ve böylece domatesimiz, yani ilişkimiz bostandaki yerine zamanla alışıyor, kök salıyor ve her geçen gün daha az müdahale ile yaşayabilir hâle geliyor. Ta ki ciddi sıcaklar başlayana dek (krizler, tartışmalar!). O günlerde onu sulamaya, gerekiyorsa yarı gölgeler yaratmaya dikkat!

Bu arada bitki yetiştirirken bitkiyi değil de toprağı beslemenin öneminin altı çizilir hep. Burada da bitkiye ilişkinin kendisi, kökleneceği toprağa ise ilişkinin tarafları olarak bakarsak, ilişki üzerine yoğunlaşmaktansa kişilerin hayattaki genel hâlleri üzerinde çalışmalarının, tüm hayatlarını ve dolayısıyla ilişkiyi de beslediğini, onu hafif ve tatlı bir şekilde yaşama şansı oluştuğu sonucuna varıyorum. Kendi olabilen, kendini besleyebilen kişilerin kurdukları ilişkiler de sürdürülebilir ve sağlam olacaktır yani.

Çizim: Yaprak Kaymak Özgür
3 - Sonra da aklıma şu geliyor ki yabani otları, ormanları kimse sulamıyor ve pekâlâ hayatta kalıyorlar. İlişkiyi, yani domatesi sulamak, onu kendi hâline bırakınca yetişemeyeceği, yani aslında uygun olmayan bir yerde yetiştirmek için çaba harcamak değil mi? (Ayrıca zamanlamayı da zorluyor olabilir miyiz? Domatesi Mart'ta seraya değil de Mayıs'ta doğrudan toprağa eksek olmaz mı? <Yapanlar var.> Benzer şekilde ilişkiyi oldurmasak da kendi kendine yeşermesini beklesek?)

Cevap evet ve fakat insanoğlu yabanlıktan o kadar uzak bir durumda ki, hâl böyleyken ilişkileri yaban bir şekilde yaşamaya çalışmak ne kadar makul, ne kadar sağlıklı olur? Üstelik biz yaşayan yabani otları, ağaçları görüyoruz belki ama çok daha fazlası kök, ışık rekabeti gibi sebeplerle hayatlarına devam edemiyorlar. E bu durumda, yaşatmak istediğimiz ilişki için gerekli emeği vermemiz gerekiyor gibi bir yere varılabilir. Hem yabani otların ve kendiliğinden yetişen ağaçların hepsinin meyvesi yenmiyor ve 365 gün bunlara ulaşmak mümkün olamayabiliyor. Dolayısıyla hem aç kalmamak için hem de sadece yabani bitkilerle beslenmeyi tercih etmeyebileceğimiz zaman, özel olarak domates yetiştirmek iyi olabilir. Hem birçoğumuz yabani otlardan daha çok seviyoruz onu.

(Gerçi olmadık yerlerde kendi kendine yetişen domates fideleri gördüğüm oluyor. Bir şekilde tohumu düşmüş ve hopp diye serpilivermiş. Buna ne demeli... Ama... Yeter mi?)

4 - Yine de bir önceki maddeden yola çıkarak; daha doğal, daha gerçek bir ilişkiye ulaşmak için, çabamızı asgari düzeyde tutmamızın, abartmamamızın da iyi olabileceğini düşünüyorum. İlişkiye çok sık su verdiğimizde ve sürekli olarak dışarıdan beslediğimizde köklenmesi az olacaktır. Zira gerek nemi gerekse besini toprağın derinliklerinden bulabilecekken tembelleşecek ve derine güçlü kökler salmayacaktır. Bu nedenle onu bir süre (ergenliğe kadar desem, konuyu çocuk yetiştirmeye de bağlarım aslında) hayatta tutacak asgari takviye ve özeni ona sağlayıp ötesini kendi dinamiği içinde halletmesine izin vermek uzun vadede çok daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Üstelik bir şey daha var ki, domatesin meyve vermesi için biraz strese girmesi gerekir. Bol ve sık su verdiğiniz takdirde boya gider ama az çiçek açar, az meyve verir. Suyun miktarını ve sıklığını kıstığımız takdirde ise, hayatta kalabilmek ve kendini devam ettirebilmek, meyve ve dolayısıyla tohum verebilmek için pıt pıt açmaya başlar sarı çiçeklerini. (Büyük kavgalardan sonra büyük sevişmeler yaşandığı söylenir ya hep...)

5 - Sonra aklıma tohum topları geliyor. Şimdiye kadar hiç uygulamamış olmakla birlikte: birçok tohum kil bir topağın içinde yuvarlanıyor ve doğaya / bahçeye rastgele atılıyor ve kendi hâline bırakılıyor. Bu tohumlar içinden o koşullara en iyi uyum sağlayacak olanlar yeşeriyor ve en uygun olanları toprağa kök salıyor, hayatta kalıyor. <Umarım süreci kabaca da olsa doğru anlatmışımdır.> "İlişkilerde de bunu mu yapmak lâzım acaba" sorusu uyanıyor böylece. Aynı an'da birden fazla ilişki yaşamaya ve kendiliğindenliğe alan açmak ve bazılarının kendiliğinden köklenip hayatta kalmalarına izin mi vermek gerekir ki? Hem hep domates hep domates, nereye kadar; ne kadar gerçekçi...

6 - Peki ya bu ikisini birlikte yapmak nasıl fikir? Yani tohum topu atmak ve ister bir isterse birden fazla tohum yeşermiş olsun, onları dördüncü maddede değinmiş olduğumuz asgari destekten de yoksun bırakmasak (arada bir sulama, arada bir ot temizliği vs.) ve olana baksak?.. Böylece hem -son derece amiyane tabirle- yumurtaları tek sepete koymamış oluruz hem de aslında farklı bitkilerin <ilişkilerin> bir aradalığından (kardeş bitkiler yöntemi veya patatese aşılanan domates gibi) 1+1'in 2'den daha büyük bir sonuç verebileceği duruma da kapıyı aralasak nasıl olur? (Metaforların anlaşıldığını ve bu maddenin ilişkilerdeki karşılığını yazmaya gerek olmadığını umuyorum.)

Son iki madde için bir tarafım evet derken, son derece karmaşık olan insanı ve -kendimizle olan ilişkimizden gayrı en az iki kişiden oluşan- ilişkileri göz önüne aldığımızda ve buna yabanlıktan ve doğallıktan uzak olduğumuzu da ekleyince hayır diyen diğer tarafım da hareketleniyor. Koşullanmalarımız, kültürümüz, binlerce yıllık tek eşlilik dinamikleri, kıskançlık gibi birtakım -aslında doğamızda olmadığına inandığım- duygular nedeniyle dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamız söz konusu olabilir. Risk mi, risk! ((: Denemeye değer mi? Emin değilim ama, sanki...

***

Sonuç olarak herhangi bir basit konuda bile kesin sonuçlara varmaktan bu kadar uzak bir insan olarak böylesine çetrefilli bir konuda "bu, budur" diyecek değilim elbette. Tüm yaptığım aklım ve tecrübem yettiğince konuya dair biraz atıp tutmak, bir de metaforlar yardımıyla farklı pencerelerden bakmak.

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com


31 Ekim 2017 Salı

sevgiye ve diğer bazı şeylere dair bir sohbet

(...)

- Onu gerçekten sevdiğine emin misin?

- Tabii ki. Bir saattir ne anlatıyorum!

- Peki gerçekten O'nu sevdiğine emin misin?

- Bu da ne demek?

- Sevginin nesnesi gerçekten O mu? Sevdiğin şey gerçekten O mu?

- Başka ne olabilir ki?

- Bir sürü şey olabilir! Daha doğrusu, muhtemelen, bir sürü şeyin bileşkesidir bu sevgi; bir sürü şeye duyduğun sevginin bileşkesi. Bu bileşkenin unsurlarını tek tek fark etmek, öz farkındalık için çok önemli.

- Yine kişisel gelişim kitapları mı okuyorsun sen?

- Bu aralar, hayır. Gerçi okuduğum kitapları kişisel gelişim olarak nitelendirmezdim. Ha, soruyorsan, meditasyon yaparken geldi bu sevgi olayını analiz etme fikri, gerekliliği. Ama boşver bunu şimdi, ne dediğime gel.

- Dinliyorum. Nereye varacak bakalım.

- O'nu sevdiğini söylüyorsun. Ben de diyorum ki seviyorsun, çok güzel lakin bu sevgi katıksız bir sevgi olmayabilir büyük bir ihtimalle. Ve bu kötü bir şey değildir. Durumu, dolayısıyla kendini doğru anlamak için yapman gerektiğini düşündüğüm bir yolculuk sadece.

- Kemerleri bağladım kaptan; uçur beni!

- Bırak zevzekliği.

- Tamam tamam, sustum. Aaa böyle bir şarkı vard...

- ...

- Tamam, gerçekten ciddiyete davet ediyorum kendimi ve davete hemen icabet ediyorum. Sendeyim.

- Şu an hissettiğin sevginin, bir sürü şeyin bileşkesi olduğunu iddia ediyorum.

- Mesela?

Çizim: Deniz Kurt (Çok teşekkürler Deniz!)
- Mesela kendini seviyor olduğun, O'nda kendini gördüğün ve gördüğün sureti sevdiğin gerçeği...

Mesela -herhangi- biriyle olma, yani yalnız olmama isteğin ve şu anda yanında O belirdiği için bu durumdan dolayı O'nu seviyor olman...

Mesela anlaşılmaya, duyulmaya olan ihtiyacın, açlığın ve şu anda seni anlayan, seni duyan O olduğu için sevgini O'na yöneltiyor olman...

Mesela -herhangi- bir vücuda olan arzu ve ihtiyacın ve şu anda hayatındaki vücut O'nun vücudu olduğu için arzu nesnenin O olması...

Ve mesela tam da O'nu istiyor, seviyor olman... Herhangi biri olduğu, herhangi bir vücut olduğu, seni duyan, anlayan herhangi biri olduğu, kendini O'nda gördüğün için değil de gerçekten de tam olarak katıksız bir şekilde O'nu seviyor olman...

"Mesela"ları artırabiliriz. Bunlar ilk aklıma gelenler... Demem o ki birini sevdiğimizi düşündüğümüzde, sevgimizin bir kısmı gerçekten de o biricik kişiye özel olabilir fakat -çoğunlukla büyük- bir kısmı ise şartların ve hayatın karşımıza "o" kişi ya da kişileri çıkardığı ve sevgimizi onlara yöneltiyor olduğumuzdur.

- Hımm... Bu duyduklarım çok hoşuma gitmedi sanki. İtiraz edesim var.

- İtiraz edesin var çünkü romantik hayâller daha çekici geliyor. O'nun özel biri olduğunu ve birbiriniz için yaratıldığınızı düşünüyorsun; düşünmek istiyorsun. Bu öğretildi çünkü sana. Filmler, hikâyeler hep bunu anlatıyor.

Bak, O'nun özel biri olduğu kesin, sen de öylesin. Ama ben de öyleyim ve diğerleri de öyle. Neden senin O'nu bu kadar severken, O'nun bu kadar özel olduğunu düşünürken; bir başkasının da başka birini senin O'nu sevdiğin kadar sevdiğini, senin O'nu özel bulduğun kadar özel bulduğunu düşündüğünü sanıyorsun? Başkasının sevdiği kişi senin için hiçbir şey ifade etmezken O nasıl da parlıyor gözünde, öyle değil mi? Aynı şekilde diğer kişi için de O'nun o kadar fazla anlamı yok.

Bir şekilde bir ruha gerçekten dokunabildiğimiz takdirde, ki bazı sevdiğimizi sanmalarda bunun yanından bile geçmiyoruz, onu sevmememiz ne mümkün? Her ruh özel, her ruh güzel. Güzellik her yerde ve hepimizde ama algılayabildiğimiz güzellik, bakanın gözlerinde. Bunu birinde görürken bir diğerinde göremememiz bu durumu değiştirmez.

- Hem mantıklı geliyor hem de işime gelmiyor sanki. O'nun gerçekten de başka türlü özel olduğunu düşünmek iyi hissettiriyor.

- Başka türlü özel birine sahip olduğun için mi dersin?

- Belki de...

- Galiba bu ayrılık bilincinden geliyor. Senle ben ayrıyız ve rekabet hâlindeyiz. Öyle olunca da senden ayrı olan ben, en güzeli, en tatlıyı, en özeli kaparsam kazanırım.

Ve gittikçe O'na tutunurum, sıkı sıkı yapışırım en özel olana. Artık hayatın anlamını O'nda görmeye alışırım ve bu, zamanla bağımlılık hâline gelir çoğunlukla. O'nsuz yapamam artık.

- Tam olarak öyle hissediyorum, biliyor musun? Şimdi bir şey olsa ve birdenbire hayatımdan çıkıverse, hayatımın tüm anlamı kaybolur gibi geliyor.

- Sık karşılaşılan bir durum. O özel kişinin hayatın tam merkezinde konumlandırılması ve yokluğunun tüm dengeni alt üst etmesi...

- Peki ne öneriyorsun?

- Bilmem. Sen kendine ne önerirsin?

- O'nu sevmekten büyük keyif alıyorum, her geçen gün bağlanıyorum da ona. Ama sanki senin de söylediğin gibi, bağımlılığa dönüşüyor olabilir. Ki bu pek iyi bir şey değil galiba.

- Tabii ki değil. Bağımlılık seni sen olmaktan, bütün olmaktan çıkarır. Bağımlıysan kendinle kalmakla yetinemezsin. Bağımlılık duyduğun maddenin, kişinin veya hissin yokluğu, içinde kocaman bir boşluk açar. Bu boşluğu kapatmak için yapabileceğin tek şey o maddeye, kişiye ve hisse yeniden ve yeniden ulaşmaktır. Ulaştığın sürece iyisindir, ki bu da tartışılır; ulaşamadığında ise sıkıntılar baş gösterir. Fiziksel sıkıntılar, ruhsal sıkıntılar... Ve hep bir gerilim vardır. Zira her an bu maddeye, kişiye, hisse ulaşamama ihtimalin ve bunun yarattığı korku vardır.

- Bunun üstesinden nasıl gelinir?

- Sadece fark et dostum... Ve fark ettiğin şeyden korkma, ondan kaçma, görmezden gelme; bilakis onun içine, merkezine bak... Bu hisle kal, bu hissi yaşa; onun içinden geç...

Bunları sadece bağımlılıklar için değil, tüm istenmeyen duygularla çalışmak için önerebilirim. Korkuyor musun, fark et; kıskanıyor musun, fark et; bağımlı mısın, fark et. Fark et ve sadece bak, ne kadar gerekiyorsa o kadar bak. Onlarla savaşmadan, onları tu-kaka ilan etmeden, onların üstesinden gelmeden... Ta ki bu hisler kendiliklerinden çözülene, eriyene kadar. Olan'a yansız bir şekilde baktığın takdirde bunun önünde direnebilecek hiçbir duygu yok, güven bana. Yeter ki sabırla bak, dosdoğru bak, ta içine bak.

- ...

- Ne diyorsun?

- Kafama yatıyor bu söylediklerin ama hâlâ kabul etmekte zorlanıyorum.

- Belki bunla başlayabilirsin. Bu söylediklerimin sende ne hissettirdiğiyle, içinde oluşan dirençle... Bu dirence dosdoğru bakarak başlayabilirsin. ve oradan adım adım ilerleyebilirsin.

- Immm, tamam, bunla başlayacağım.

- Harika. Sonra yine konuşalım ama...

- Anlaştık! Yalnız iyi gurulama yaptın kaşla göz arasında. :)

- Bazen tutamıyorum işte kendimi. :)

(...)

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com

28 Ekim 2017 Cumartesi

oğlan & kız

Oğlanla kız tanışmış ve hızlıca yakınlaşmış, kaynaşmış. Kaynaşmalarına herhangi bir isim koymaya, onu şekillendirmeye yeltenmemişler. Kendiliğindenliğe, akışa, olacakların hayrına güvenmişler.

Aralarında oluşmaya başlayan bağı tutmak her zaman çok kolay olmamış ama bir şekilde kotarmışlar; ayrıca mümkün olduğunca sık bir araya gelmeyi, arada sendeleseler de kopmamayı becermişler. Akışa ve kendiliğindenliğe güvenirken bunun hiçbir şey yapmamak olmadığının da farkındalarmış.

Birkaç yanyanalıktan sonra bir ilişki konuşması ("the talk") yapmak kaçınılmaz olmuş. Zira her ne kadar bunu tanımsız, kalıpsız bir şekilde yaşamak isteseler ve böyle sürdürmeye niyet etseler de varlığını iyice belli eden ve artık görünür olan ilişkiyi görmezden gelmenin de bir anlamı yokmuşmuş.

Konuşma yapılmış; duygular, düşünceler, beklentiler ve niyetler paylaşılmış; ilişkinin seyrine dair ortak bir zemine gelmişler. Anahtar kelimeler şeffaflık, kendiliğindenlik ve özgür sevgi/aşk imiş.

***

Şeffaflık, ilişkiye dair önemi olan her şeyi birbiriyle paylaşmak anlamına geliyormuş. Bir şeyleri saklamamanın, gizli gündemlerle yaşamamanın, her hissiyatın ve ihtimalin ilişkinin bir parçası olduğunu bilmenin ve gelen her şeyi kabul etmenin önemini biliyorlarmış ve her şeyin "normal" olduğunu da... Eh bu durumda saklamaya, gizli tutmaya gerek duyacak nesi kalırmış ki insanın...

Kendiliğindenlik; ilişkinin kendi seyrini, inişlerini, çıkışlarını; doğum-ölüm-doğum süreçlerini kabul etmek anlamına geliyormuş. İlişkiyi beslemek önemliymiş elbette ama bunu; olanla kavga etmeden, akıntıya karşı kürek çekmeden yapmanın şifalı ve hayırlı olduğuna inanıyorlar, düşünüyorlarmış. Suyun zaten akıp yolunu bulduğunu, bulacağını ve yapacaklarının, olsa olsa, buna küçük yönler vermek olabileceğini biliyorlarmış.

Özgür sevgi ise sevginin su gibi akmasını kolaylaştırmak, daha doğrusu zaten kendiliğinden akan sevginin önüne set çekmemek anlamına geliyormuş. Ve bu, önce kendine, sonra ise birbirine, diğerlerine ve bütüne duyulan sevgiyle ilgiliymiş.

Kişinin kendini sevmesi elzemmiş, aksi takdirde gerçek anlamda sevmesi ve sevilmesi pek mümkün değilmiş. Öz sevgisinin önünü tıkamaması, iç eleştirmenine takılıp aslında hep orada olan sevgiyi görmezden gelmemesi önemliymiş.

Kişinin diğerini sevmesi ve ona özgürce akması da öyle. Korkuları, endişeleri, "meli"-"malı"ları yavaşça yere bırakıp içinden nasıl sevmek geliyorsa öyle sevmesi, o kişiye öyle akması hayırlıymış. Ne rollere bürünerek ne hissetmediğini hissediyor gibi yaparak -önce kendini- kandırmak ne de hissettiğinin üstünü örtmek, görmezden gelmek, bunlardan korkmak iyi bir fikirmiş. Sadece olanın önünü daha da açmak, onu görünür kılmak, onu yaşamakmış olay.

Kişinin diğerlerine olan sevgisi, ilgisi, çekilme hâlleri de son derece doğalmış. Doğal olmayan; hayatlarını illaki bir kişiye angaje etmek, sadece onla nefes almak, tüm ihtiyaçları ondan karşılamak, beklemek, talep etmek; bunlar gerçekleşmediğinde öfkelenmek, kızmak, kavga etmek, hayâl kırıklığına uğramakmış. İçlerinde var olan sonsuz sevgi potansiyelini kıstırıp küçültmek ve tamamını bir kişiye sunmak -zorunda olmak- ve aynı şekilde her şeyi bir kişiden beklemek biraz zorlama bir hareketmiş ve bundan özgürleşmeleri gerektiğini düşünüyor, hissediyorlarmış. Dolayısıyla bu ilişkiye, farklı biçimlerde, üçüncü, dördüncü, beşinci şahısların dahil olması da mümkünmüş. Bu durum(lar)da zorlanabileceklerinin farkındalarmış ama gerçek olmak, akan sevgiye set çekmemek adına bu zorlanmalar da hoşgelsinmiş.

Çizim için Tijenciğime (İnaltong) kocaman teşekkürler


Süreç bu şekilde akıp gidiyormuş. Arada tökezlemeler olsa da anahtar kelimelerin varlığı unutulmamış, ilişkide varlıkları her daim hissediliyormuş.

Kendiliğindenliğin önünü tıkamamaya çalışıyorlar, sevginin önündeki tüm engelleri kaldırmaya gayret ediyorlar, içlerinde dönüp dolaşan her şeyi birbiriyle paylaşmaya özen gösteriyorlarmış. Yeri geldiğinde etkinlendikleri, yeri geldiğinde ilgi gördükleri diğer insanlardan bahsedebiliyorlar; bunlar kıskançlığa veya o tip diğer olumsuz hislere yol açıyorsa, yine bunları da korkmadan anlatıyorlarmış birbirlerine.

***

Sevginin özgür akmasına izin vermeye epey niyetliymişler. Başka insanlar, başka etkilenmeler, belki başka deneyimler olmasını -karşılaması zor olsa da- olağan buluyorlarmış. Bu, illaki farklı şeyler yaşayacakları anlamına gelmese de, en azından teoride bunun önünde kocaman barajlar olmadığını bilmek, ilişkinin üzerindeki gerilimi de azaltıyormuş. Şeffaflık olduğu ve birbirlerini tuttukları sürece korkacak bir şey yokmuş.

E zaten korkunun ecele faydası da yokmuş.

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com