Sayfalar

18 Nisan 2017 Salı

demokrasi şöleni (!)

demokrasi şöleni!*
halk bir kere daha sandıklara koşuyor ve iradesini beyan ediyor; kendi kendini yönetiyor.
son derece derin ve doyurucu, bir o kadar centilmence ilerleyen bir karşılıklı propaganda süreci...
tüm vatandaşlar neye ve ne için oy verdiğinin son derece bilincinde, siyasiler barış ve güven dolu hissediyor ve bu doğrultuda davranıyorlar. onların bu hâli seçmenlere de yansımış durumda. herkes, sonucun ne olursa olsun, bütünün hayrına olacağına son derece emin! 
tanrım, ne büyük mutluluk! göz yaşlarımı tutmakta zorlanıyorum. işte demokrasinin güzelliği, işte coşku, işte bilinç.
* bugün oy verirken ve verdikten sonra hissettiğim yabancılaşma sonrası sayıklamalarım...

Pazar günü, henüz referandumda oy verme işlemi devam ediyorken yukarıdakiler dökülmüştü içimden. Sonrasında da benzer düşünceler ve bilgiler dolanıp durdu içimde. Her şeyin içinin fena hâlde boş olduğuna dair...

Mesela komşumuzun babasının, oylamanın, -kendi deyimiyle- bir Kılıçdaroğlu - Erdoğan seçimi olmadığını referandumdan bir gün önce öğrenmesi... Bunun bile farkında olmayan kim bilir kaç milyonlar vardır...

Mesela yaşlıların akılları ermiyor diye, onlara bir refakatçinin oy kullandırması ve tabii ki bu kişilerin görüşü doğrultusunda oy veriliyor olması... Kim bilir yine kaç milyon oy bu şekilde veriliyor.

Mesela geçerli oyların yarısından bir fazlası ne diyorsa onun uygulanması ve bir tarafın kaybedip diğer tarafın kazanması ve kazananın dediğinin olması... (Bunu bizdeki referandumdan bağımsız olarak tüm seçimlere yönelik söylüyorum ve hepsinde aynı şey oluyor aslında.)

Tüm bunların üstüne şu durumlar da çok acayip: Usulsüzlükler ayyuka çıkıyor ama sonuç almak nasıl da güç. Kimi kime şikayet edeceksin!? Kuvvetler birliğinin büyük oranda sağlanmış, yargının bile bağımsızlıktan çok uzak olduğu bir ülkede YSK'ya gitsen ne oluyor, AYM'ye gitsen ne... (Bunu ise doğrudan biz ve bizim gibi demokrasisi geri kalmış ülkeler için söylüyorum.)

Bu arada birkaç kişinin yazması ile ayıktırdığım komik bir durum da vardı bu referandumda (her şeyin bütünüyle komik ve saçma olduğu gerçeğinin yanı sıra yani): Oyladığımız pusulanın yarısı "evet", yarısı ise "hayır" cevabından ibaret ama ortada soru yok! Birçoğumuzun fark etmeden geçtiği bu durum, aslında her şeyin ne kadar abuk olduğunu gösteren şahane bir örnek bence. Soru olmayan bir kağıda cevap yazdık! Biri, bunu boş sözleşmeye imza atmaya benzetmiş, ki müthiş tespit!

***

Ha, öte yandan, uzun zamandır söyleye/yazageldiğim üzere, temsili demokrasiyi zaten son derece anlamsız buluyorum. Bir zamanlar şöyle bir cümle dökülmüştü klavyemden: "Temsili demokrasi demokrasi midir ki?" Hele ki merkezin bu kadar güçlü, yerelin yetkilerinin ve yapabilirliğinin bu kadar zayıf olan versiyonu nasıl da saçmalık! 80 milyon nüfusu olan bir ülke adına 500-600 kişinin birtakım kararlar aldığı sistemin beni bağlamasını istemiyorum. Geçenlerde Ali Nesin yazmıştı: "Bu büyük bir haksızlık" diye. Şu an ülkedeki fiili durum, hepten tek adam rejimini işaret ediyor zaten ama öyle olmasaydı ve demokratik sürecimiz sözümona sağlıklı olsaydı bile bu durumu hiç sağlıklı bulmazdım. Ehveni şer diyebiliriz, evet; ama bir süredir kötünün iyisini aramayla ilgilenmiyorum. Kötünün iyisinin peşinde koşa koşa gerçek iyinin ne olduğunu düşünmeyi, pardon, DÜŞLEMEYİ unuttuk.

Diyorum ama bu referandumda oy kullanmaktan geri duramadım. Özlediğim dünyayı yaratmak için biraz olsun nefes payımız kalmasını istedim ve bu nedenle #hayır dedim. Ama kim bilir, belki de biraz daha batmamız gerekiyor, dipten güç alarak kafamıız suyun üstüne çıkarabilmek için (bu benzetmeyi daha önce kullanmış olmalıyım).

Aslında ben ve benim gibiler için oy kullanmak son derece şizofrenik bir durum. Bir yandan sistemsizlik peşinde koş, öte yandan sistemin sunduğu bir oyuna katıl ve "bari şöyle olsun" mantığıyla gidip oy kullan. Çok acayip!

Zaten demokrasinin en "müthiş" işlediği durumlar bile müthişlikten o kadar uzak ki... Mesela bu referandumda, gerçekten bilinçli, maddelere tek tek hâkim kaç kişi vardı? Ayrıca bu kadar çok maddenin hep birlikte oylanması hususu... Biliyorum, konumuz bunların ötesinde gibi görünüyor ama bence durumun absürdlüğünün tüm yönlerini ifşa etmek gerekiyor. Ya ben maddelerden yarısına katılıyor ama yarısına katılmıyorsam... Ki bozuk saatin bile günde ikiye doğruyu göstermesi misali, daha bir dikkatle üstüne çalışsam, bu maddelerin hiç değilse birkaçına yakın hissedebilirdim. Fakat beklenen, partizan bir şekilde, takım tutma psikolojisi ile, siyah-beyaz zıtlığı ile yaklaşmak olduğu için paketin tümüne #evet ya da #hayır dedik ve bunu birçoğumuz tayyipe evet ya da hayır şeklinde değerlendirdik. Ki evet, pratikte oylanan şey de buydu aslında; o başka...

Off; nereden tutsam elimde kalıyor; takip edebiliyorsunuzdur umarım.

***

Propaganda, ikna yöntemleri, seçim kampanyaları, çoğunluğun seçiminin herkesi yönetmesi... Hepsini bu kadar yanlış bulurken ve fakat hemen herkes bu düzeni normal karşılarken, bütün bunlara kocaman bir karşı duruşu oluşturmak hiç kolay görünmüyor. Şunu demek istiyorum: Seçimler gerçekten son derece adilane yapılsa, bizde olduğu gibi devletin tüm imkanları iktidar partisi ve onun kampanyasına sefer edilmese, önemli bir muhalefet partisinin lideri dahil, bir sürü milletvekili ve yöneticisi içeride olmasa bile, yine çok saçma, yine çok saçma. Birkaç paragraf geriye dönmek gerekirse, bu 550 erkek (ülkemizdeki vekil sayılarını düşünerek özellikle vurguladım) kim oluyor da benim nasıl bir yaşam süreceğim üzerinde bu kadar yetkiye sahip oluyor? Ve evet, herkesin bunu normal karşılamasına şaşırıyorum. Gerçi alt tarafı bize sunulan ve kabul ettiğimiz abukluklardan yalnızca biri; çok da şaapmamak lazım belki.

Yönetimsiz bir dünya şu an için sadece kitaplarda mevcut olabilir ama her şey hayâlle başlıyor. Düşünebildiğimize göre bunu da gerçekleştireceğiz bir gün. Er mi, geç mi; bilmem.
Bugünlerde Saramago'nun "Görmek"ini okuyorum. Bir ülkenin başkentinde, seçmenlerin %83'ü boş oy kullanıyor ve ortalık fena hâlde karışıyor. Herhangi bir hiper-süper alternatif partiyi seçmek yerine (hani, öyle bir parti olsa bile...), seçimleri boş ve geçersiz oylarla, daha da iyisi boykotla süslemek nasıl olurdu? Seçmenlerin %80'inin oy kullanmaya gitmediği bir seçim nasıl meşru kabul edilirdi? Neler olurdu?..

Zira olay meşruiyetten ibaret ve bunu sağlayan şey gönüllü katılım. Seçimde oy verdiğim anda, tercihimden de önce, seçimi meşru bir yol olarak gördüğümü beyan ediyorum aslında; ki bu durumda, çarpık bulduğum bu sistemi bir şekilde yine besliyorum. Tam da bu nedenle, bir önceki seçimde son bir kez oy verip bir daha bunu yapmayacağımı beyan etmiştim (referandum başka diye ve şu anki durum fena kritik diye düşünüp verdim ama bilmiyorum doğru olanı mı yaptım; zira, referandumu meşru gördüğümü ilan etmiş oldum şimdi; ki aslında görmüyorum).

***

Bir sonraki seçim ya da referandumda, ya da ne haltsa, onda kocaman bir boykotlama yapsak diyorum; olmaz mı? İktidar partisini değil, tüm sistemi, bize dayatılan hiçbir şeyi meşru görmediğimizi haykırsak sessizliğimizle?

Bu yazıyı, -iyimser bir tahminle- 1.500 kişi okusa, her okuyan üç arkadaşını ikna edip o arkadaşlar da üçer kişiyi ikna etse ve bu, saadet zinciri gibi yayılsa ve kolaycacık (!) %80'i bulsak çok acayip olur bence. Kesin yapalım. Hadi şimdiden yayalım.

Eğer hesabım aklınıza yatmadıysa, lütfen 1 dakika 15 saniyenizi ayırıp şu sözlere kulak kabartın. Ne kadar mantıklı olduğunu göreceksiniz: https://www.youtube.com/watch?v=y0IJOak5uJQ



Bu ciddiyetsiz paylaşımım, düşüncelerimi boşa çıkarmasın yalnız. Yukarıdaki hesap komik olabilir ama tüm ciddiyetim ve coşkumla, gerçekliğim ve neşemle, herkese oy vermemeyi öneriyorum.

Bitti.

Not: Mor Alev'i bilenler, okuyanlar vardır. Bugün paylaşmış olduğu yazı bana göre muazzam ve ayrıca bir şekilde benzer şeylere işaret ettiğimizi düşünüyorum.
Not'a not: Bu tip yazıları, siteleri ön yargıyla ve şüphecilikle okuyorsanız da okuyun. Mesajı kimin verdiğinden çok mesaja odaklanın. İmza: Şüphecilerden biri

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

15 Nisan 2017 Cumartesi

geçicilik

Dün gece, 22:30 suları olsa gerek, çişimi yapmak için bahçeye çıktığımda, güneybatı yönünde muhteşem bir ay beni selamlıyordu. Rengi hardaldı; "hiç görmediğim bir renkteydi" diyeceğim ama kesin görmüşümdür de unutmuşumdur. Hep öyledir ya; her yıl yazın sıcaklara şaşırırız, kışın ilk kez üşüyor gibi yaklaşırız soğuğa... Bir yıl görmediğimiz bebeği yeniden gördüğümüzde ne kadar büyümüş olduğuna hayret eder, bir sonraki bebekte aynı durumu yeniden yaşarız; "vay be," deriz yine, "ne zaman büyüdü bu velet?!"

Başka bir şey diyecektim, savruldum. Ay, aşırı derecede muhteşem ve romantik bir fotoğraf veriyordu. Zihnime kazımaya çalıştım, zira bendeki makinelerle bu an'ı ölümsüz kılmayı denemek tek kelimeyle beyhude. Gerçi ne kadar iyi bir makine ve fotoğrafçılık bilgisi de olsa, o an'ı gerçekten yansıtmak ne kadar mümkün bilemiyorum. Her şeyi kusursuz çeksen yine de ulaşamayacağın bir perspektif var çevrede; ayrıca solmaya yüz tutmuş papatyaların kokusu var, baykuşların ve kurbağaların sesleri var. İçte kıpırdayan bir ruh var; tüm bunlar nasıl aktarılır ki...

Bunu da demeyecektim aslında. Ayın bu muhteşem görüntüsünü, çevredeki tamamlayıcılarla içime çekerken şunu düşündüm: Pazar günü "evet" de çıksa, "hayır" da, bu ay yine şuradan doğacak, şuradan batacak. Ertesi gün yerini güneşe bırakacak, küçülmeye devam edecek falan ve sonra bir iki gün yok olduktan sonra yine görünür olacak. Ben aşık da olsam, bir sebeple acı da çeksem (ki bu ikisinin yan yana geldiği de oluyormuş diyolaa), Venüs orada parlamaya devam edecek. Dünya savaşı çıksa, her şeyi (her şey derken?), yani dünyadaki her şeyi yok etsek (olsa olsa, şekil değiştirmesine yol açabiliriz aslında), güneş yine patlamalarına ve sistemdeki gezegenlerini aydınlatıp ısıtmaya devam edecek. En azından birkaç milyar yılcık daha...

Diğer yıldızlar da kendi yerlerinden göz kırpmaya devam edecekler ve bildiğim kadarıyla, benim ne düşündüğüm, ne hissettiğim, bu minik mavi küredeki insanların ne yaptığı onları hiç ilgilendirmiyor. Burada cenneti yaşamaya başlasak da, cehennemi oluşturma yolunda yeni adımlar atsak da, rüzgâr yine esecek, gece-gündüz birbirini takip etmeye devam edecek, bakteriler yine keyiflerine bakacak, falan...

Çalışma, Bahar'ın profilinden alınma; o da web'den bulmuş. İsmi "geçicilik" olsun.

Nasıl söyleyeyim bilmem ki! Bi' halt değilim, bi' halt değilsin, bi' halt değiliz işte, onu anlatmaya çalışıyorum. Nihayetinde ölüp gideceğiz ya buradan bir gün. Önümüzdeki yıllar acayip gelişmelere gebe de olsa, hayatın gerçeği olan ölüm hep var olacak (sanırım). Öngöremeyeceğim gelişmeleri bir yana koyarsam, bu yazıyı okuyan hiç kimse 100 yıl sonra hayatta olmayacak (Belki en genç okuyanlardan bir-iki istisna...) Şu an yaşadığımız sevinçler, üzüntüler; hiçbirinin esamesi okunmayacak.

300 yıl önce, bugünkü Kırşehir'de yaşayıp ölmüş bir çiftçi mesela... Kim bilir neler yaşadı, hissetti... Ne neşeler, hüzünler, heyecanlar, kederler... Ama bitti gitti çoktan ve şu an o kişiyi bilen kimse yok.

Bir şekilde tarihe damga vuracak bir şey yapmayan herkes unutuluyor. Tüm o duygular, yaşanmışlıklar kolektif hafızaya kaydediliyor ve bireyler ise silinip gidiyor işte.

Nereye varmak istiyorum? Kasmaya gerek yok, galiba buraya... Şimdiye odaklanmaktan, doğru bildiğini yapmaktan, keyif almaktan öte her şeyin boş olduğu noktasına... Kavgalara, tartışmalara, yargılamalara alan açarak hayatı zehir etmeye hiç gerek olmamasına... Ve bunu bir an önce kabullenmeye... Ne kadar erken kabul edersek, o kadar rahat edeceğiz sanki.

***

Yazıyla pek de alakası olmayan bir şarkı paylaşmak istedim. Az önce çalıverdi ve içimi fena kıpraştırdı. 90'lara, Yıldız Tilbe'ye ve şarkıya harika bir şekilde hayat veren Ceylan Ertem'e selam olsun.



-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

14 Nisan 2017 Cuma

evet için "hayır"

Özlediğim dünyada "hayır"a yer yok. Her şey "evet"e, yapabilmeye, ifade edebilmeye, eyleyebilmeye, özgürlüğe yönelik; kısıtlamalar yok.

Özlediğim dünyada zıtlaşmalara yer de yok, gerek de... Yan yana gelmeler var, karşı karşıya gelmeler yok. Eylemek için yan yana gelen bir grup, ifade etmek için yan yana gelen başka bir grup, belki birlikte yaşamak için bir araya gelen muhtelif gruplar... Eylemeye, ifadeye, yan yana durmaya engel olma isteği çerçevesinde bir araya gelen kimse ise yok. Farklı bir eylemeyi benimseyenler farklı bir grup oluşturabilir, farklı fikirleri ifade etmek isteyenler bir araya gelip bunları ifade edebilir, farklı bir hayat yaşamak isteyenler birlikte bunu gerçekleştirebilir.

Ve kimse kimseye karışmaz. Kimse kimsenin özgürlüğünü kısıtlamaz.

Tüm birliktelikler "evet" çerçevesindedir, tüm dile gelmeler "evet" dahilindedir, tüm eylemler "evet"e doğrudur.

Hayâl ettiğim dünyada hükümete, askere, polise tabii ki yer yok. Bunların varlığı, kaçınılmaz bir şekilde "hayır"ları sokar hayatımıza. Engeller, yasaklar, kısıtlamalar gelir; sosyal, hukuki, ekonomik ve diğer kısıtlamalar...

Yönetim konusunu basit bir skala gibi düşünelim; bir ucunda tam yönetimsizlik, diğer ucunda tam otoriter bir sistem var. Skalayı keyfinize göre doldurun: Sosyalizm, serbest piyasa liberalizmi, sosyal demokrasi ve olası tüm yönetim sistemlerini, hayata bakışınıza göre doldurabilirsiniz. Bu yazıda bu sistemlerden hangisinin nereye denk düştüğünü tartışmayacağım.

Benim için çok net olan, daha fazla "evet"li bir dünyaya ulaşmak için skalanın yönetimsizlik ucuna yakınsamanın gerekliliği. Yönetimsiz dünyaya bir günde geçilebileceğini falan iddia ediyor değilim ama varılası yeri orası olarak görüyorum ve siyasete dair -artık çok sınırlı olan- eylemlerimi bu görüşüm şekillendiriyor.

İki gün sonra gerçekleşecek olan referandumda oy kullanmaya karar verme nedenim de bu. "Evet"li bir dünyada yaşamak istiyorum ve getirilen tasarı bana bunu sağlamıyor. Tam aksine; daha fazla baskıyı, daha fazla müdahaleyi, daha fazla tekdoğrubenimdediğimdirciliği, daha fazla kutuplaşmayı getiriyor. İronik bir şekilde "evet" oyları bizi "hayır"lara götürüyor ama hayra değil. Ülkeyi, skalanın istemediğim tarafına doğru birkaç adım birden götürüyor ve bu durumda buna seyirci kalamıyorum.

Ülke, millet, vatan, bayrak ve benzeri kavramların hiçbiri benim için -kelimenin tam anlamıyla- hiçbir şey ifade etmiyor. Toprakla, havayla, suyla; nehirle, şahinle, kaplumbağayla; kardeşlik, dayanışma, birlik gibi kavramlarla ilgileniyorum. Bu kavramları beslemek istiyorum, bunların yayılmasını istiyorum. Bunlar "mutlak doğru" oldukları için değil (ortada herhangi bir "doğru" olduğunu hiç sanmıyorum; -cinsiyetçi tabirimi maruz görün- her şey sapına kadar göreceli), bana daha makûl, daha keyifli, daha yaşanası geldiği için... İnsanlık olarak bu adımı atmaya muktedir olduğumuz ve cenneti burada, fani dünyada yaşamamızı mümkün gördüğüm için...

Bu cennete giden uzun ince bir yoldayız ve bu yolun neresinde olduğunu görmemizi pek mümkün bulmuyorum. Belki hâlâ çok başındayızdır, belki bir taş atımı mesafe kalmıştır da şu an fark edemiyoruzdur. Ama istikamet belli: Daha fazla özgürlük, daha fazla neşe, daha fazla paylaşım, daha fazla "evet"!

Ve daha fazla "evet" için pazar günü kocaman bir "hayır"!


* Yazının başlığı "Biz Hayır Diyoruz"du ama değiştirdim. Bu isim ise Eduardo Galeano'nun seçme yazılarından oluşan şu güzel kitaptan gelmişti.

4 Nisan 2017 Salı

tıkanık-lık

Bir de tıkanıklık var; tıkalı olma, akmama hâli; olmaması, olamaması...

Olmadığında, iki seçenek var önümüzde: Kabul etmek yahut zorlamak. Daha önce de buna dair yazmışlığım var ama o yazıları okumayan ya da hatırlamayanlar için altını çizmem gerekir ki kabul ile, pasif bir bekleme hâlini değil, eylemselliği, davet etmeyi, çabalamayı ancak olmayanı, olduramadığını da "eyvallah"lamayı, çırpınarak daha dibe batmak yerine sakince gözlemlemeyi kast ediyorum.

***

Trafikte gittiğimizi düşünelim. Güzel güzel ilerlerken bir anda sıkışıyor ve tampon tampona beklemeye başlıyoruz. Bir dakika bekle, üç dakika bekle derken, teknoloji sağ olsun, akıllı telefonumuzu çıkarıp bakıveriyoruz ekranına, hangi yollar tıkalı, hangisi daha akıcı. Gideceğimiz yere ulaşabilmek için şu anda bundan daha iyi bir seçenek var mı? Evet, bulduk! İlk sağdan saparsak, diğer yola erişebilir ve yolculuğumuzu daha bi' keyifle sürdürebiliriz. Ve bunu yapıyoruz, uygulamaya geçiyoruz. Zira tıkanmak istemiyoruz, sıkılmaya, acı çekmeye ne hacet...

Hayat yolunda ilerlerken, nedendir bilinmez, benzer seçimi yapmayabiliyoruz. Bir yere odaklanıyor, oraya doğru gitmeye çalışıyor ve kafamızı duvara vuruyoruz. Bir daha deniyor, bir daha vuruyoruz, ve bir daha ve bir daha... Yan tarafta kapı var halbuki, başka bir şekilde ilerlememiz daha kolay yani. Ama yok, aşındırıyor da aşındırıyoruz beton duvarı. Ve ilerleyemiyoruz. Sonuç: mutsuz-luk, memnuniyetsiz-lik, tıkanık-lık!

***

Bazense daha iyi bir seçeneğimiz olmayabiliyor: Yol tıkalı, alternatif seçenekler yok. El mahkûm, bekleyeceğiz. Eh, bu durumda yine iki seçenek var: a- kabul et ve sakin kal; b- küfürler et, lanetler getir, söylendikçe söylen, moralini boz vs. Hangisi daha iyi?

Ama hayat yolu çok nadiren böylesine tıkanır; belki de hiç. Sonsuz olasılıklar evreninde an'dan an'a aldığımız her karar ve her nefes bizi, olmaktan memnun olacağımız yerlere taşıma potansiyeliyle dolu.

İstediğimiz işe giremiyor muyuz, sevdiğimiz kadın/adam karşılık vermiyor mu, hayatta ısrarla benzer yolları seçiyor ve bir türlü olduramıyor muyuz? Bir denedik, iki denedik, üç denedik; yine olmuyorsa bi' baksak, hayat ne söylemek istiyor... Belki başka yollar açıyordur önümüzde vızır vızır akan, onları görebiliyor muyuz? Kafaya illaki kendi seçtiğimiz yolu taktığımız takdirde göremeyebiliriz ama farklı seçeneklere açık kaldığımızda ve biraz hayatın göstermeye çalıştığını takip ettiğimizde gayet güzel akıp gideceğimiz yollar olduğunu görüyoruz.

Bunları görebilmek için ise işaretleri takip etmekte; yani "tesadüfler"e dikkat kesilmekte, içe doğuşları - sezgileri dinlemekte, bir şey için hızlanan kalbinin peşinden gitmekte fayda var. Bunların hepsi bizi bir yerlere götürüyor. İçimizin istediği, çekildiğimiz yerlere... Büyük kısmımız bunlara tamamen sağır duruyoruz. Duymuyoruz ya da duymazdan geliyoruz. Hayat yanımızdan akıp giderken konfor alanımızda tıkanıp kalıyor, çürüyoruz.

İşaretleri takip ettiğimizde, bazen gitmek istediğimiz yere daha kolay gidiyor bazense gitmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz ama özümüzde, gerçekte, aslında, istediğimiz yere ulaşıyoruz.

Bir işaretin işaret olduğunu nasıl anlarız? Benim deneyimime göre bedenimiz, kalbimiz en iyi karar alıcılar. Bir şey yapmak üzereyim, harekete geçmek üzereyim; nasıl hissediyorum? Ferahlık ve akış mı yoksa sıkıntı, huzursuzluk mu... Coşku mu korku mu... Mideme oturmuş beni durdurmak isteyen bir güç mü var, yoksa parmaklarımda tatlı bir karıncalanma, ürperti mi... Kalbim heyecanla çarpmaya mı başlıyor, sönük sönük mü atıyor... Eh, hangisi oluyorsa ne yapmak gerektiğini de söylemeye gerek yoktur sanırım.

***

Haa, galiba bir şekilde her halükarda varıyoruz da gideceğimiz yere. Biraz daha acılı ve tıkalı olan yolları seçsek de bir vakit mutlaka "oraya" ulaşıyoruz. Velhasıl alıp alabileceğimiz karar, zaten, sadece, bu yolculuğu ne kadar keyifli geçireceğimizi belirliyor. Yoksa nihai hedef orada ve bizi bekliyor. Korkacak, endişelenecek bir şey yok. Ama, hayata gelmişken tadını çıkarmak ve kolaylıkla ilerlemek daha tercih edilir değil mi? (Bu son paragraf, zaman zaman önüme çıkan spiritüel yazılardan mı yoksa içimden bir yerden mi çıktı bilmiyorum ama hissederek yazdım.)

***

Yine bir şarkı ile bitireyim: https://www.youtube.com/watch?v=JyXwT2_CIEo



-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

3 Nisan 2017 Pazartesi

farkında-lık

*** Bir önceki yazı (uyanık-lık) birkaç saat önce gelmişti. Bu, onun devamı gibi oldu.

***

Senin sandığın cümleler gerçekten senin mi?
Ağzından çıkanları nasıl bir süzgeçten geçirip savuruyorsun atmosfere?
Sahi süzgeç kullanıyor musun?

Senin sandığın eylemler sahiden senin mi?
Yaptıklarını yaptırtan dürtüler neler?
Neyi besliyorsun?

Özgür iraden olduğunu düşünüyor musun?
Özgürlük ne, hiç düşündün mü?
Öz... Öz-gür... Öz-gür-lük...
Öz...

Öz'de kalabiliyor musun?
Öz'ünde?
İçindeki öz-gün çağrıyı duyuyor musun?
Her gün, her an sesleniyor sana,
dinliyor musun?
Diğer sesler çok mu baskın? Dıştan gelenler... İçselleştirdiğin, içinden geldiğini sandığın ama yine dış kaynaklı sesler...

Hiç durmayan, şimdiden kaçan zihninin farkında mısın?

***

Her an değişen sen'i görebiliyor musun?
Dün bir sen vardı, öldü; allah rahmet eylesin.

Bugün bir sen doğdu, şu an yaşıyor, nefes alıyor, bu yazıyı okuyor, belki kafasında bir şeyler harekete geçti, beyin hücreleri faal; belki -ve umarım- özünde de bir şeyler kıpraştı.

Yarın bir sen doğacak (mı acaba?) ve kendini bugün ve şu an soluk alan senden daha akıllı, daha bilge, daha iyi sanacak. Aman boşver onu şimdi. Geri gel, şimdiye gel.

Kalbin atıyor...
Duyuyor musun?

***

Sahi senin sandığın hisler senin mi? İçinden ve öz'ünden mi geliyorlar, yoksa birileri mi öğretti ne zaman hangi hissi hissetmen gerektiğini? İyi bak, lütfen iyi bak...

İçinde nasıl süreçler çalışıyor? Ne yaşayınca ne hissediyorsun? Hislerinin arkasında neler var? Burası çok önemli! Ezberler mi, öğrenilmişlikler mi yoksa gerçek öz'ün mü, ruhun mu?

Olan mı, oldurulan mı?

***

Sen gerçekten sen misin?
Kendin misin?
Kendinde misin?

Neredesin? Var mısın?
Sen, sen olarak var mısın?
Dışarıdan çokça beslenen ve-fakat kendiliğinden taviz vermeyen bir sen var mı orada?
Yani, kesin var da... Gördüğün, gösterdiğin, sen sandığın sen o mu, yoksa bir başkası mı?
"The sen"i gün yüzüne çıkarmaya cesaretin var mı?

Ona nefes aldırmaya, onu beslemeye, onu dinlemeye, öncülüğü ona vermeye cüret edebilir misin?




Yazının şarkısı: Fragile - Pat Metheny
-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

uyanık-lık

Sürekli uyanık kalmayı deneyebilir misin? Gece uykusunu terk etmekten bahsetmiyorum, o uyku dışındaki durumlarda gerçekten uyanık olup olamayacağını soruyorum.

Her adımını bilinçle atabilir misin? Bir sağ, bir sol, şu adım ileri, hoop, şimdi diğer adım... Dikkat et düşme...

Hiçbir nefesini ıskalamadan takip etmeyi deneyebilir misin? Al, ver... Al, ver... Yavaş...

Ağzından çıkan her sözcüğü kulağının duymasına izin verebilir misin? Her birinin nereden çıktığını takip etmeyi deneyebilir misin? Önünde gerçekleşen bir durum, duyduğun ya da okuduğun bir söz, gördüğün bir sincap... Nasıl bir etki-tepki mekanizması oluşuyor; ne olunca hangi kelimeler hücum ediyor diline? Onları söyleyince ne oluyor? Rahatlama? Var olduğunu kendine ispat? Paylaşma isteği?
Tabii bu durumda az konuşman gerekecek.

Dışarıdan gelen her sese ayrı ayrı kulak kesilebilir misin? Şu anda evde, yazıyor olduğum klavyenin tıkırtılarını, nefesimin sesini ve buzdolabının sesini duyarken dışarıdan tavuk, bülbül ve birkaç diğer kuşun sesi geliyor; hah şu an bir horoz üüürüüledi mesela.

Yanında konuşan kişileri gerçekten dinliyor musun? Can kulağıyla, tüm varlığınla... O an dünya duruyor mu? Zihnini yavaşlatıp odaklanabiliyor musun? Biraz sonra kendi söyleceklerini düşünmeden, kendi hikâyene dalmadan... Hımm?

Belki de en zoru... Gördüğün her şeye özenle ve dikkatle bakabilir misin? Etrafta neler var, neler oluyor, ne görüyorsun, dünden bugüne değişen ne var? Uff tamam bu çok zor, haklısın. Ama denemeye değer belki...

Yediklerinle nasıl bir bağlantı kuruyorsun? Ya da hiç kuruyor musun? Hangi gıdan nereden geliyor, kimler tarafından, ne koşullarda üretiliyor, yoksa -ve umarım!- bahçeden mi kopardın o rokayı? Sahi lokmalarını yeterince çiğniyor musun?

Su içerken boğazından aşağıya inişini fark ediyor musun? Vücuduna yaydığı tazeliği, ferahlığı duyumsuyor musun?

Derin bir sohbet veya aşk hâlindeyken (çok farklı durumlar sayılmazlar) nasıl da tüm benliğinle orada olduğunu fark ediyor musun?

Şükrediyor musun? Gördüğün, duyduğun, kokladığın, tattığın şeylere şükrediyor musun? Aldığın nefesi şöyle en derinine çekiyor musun? Kocaman bir "ohhh" diyor musun?

*** Bir sonraki yazı, aynı gün ve sadece birkaç saat sonra çıkıverdi; devam gibi oldu: farkında-lık

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com